Vecdi’ye Kız İsteme


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

Mülkiye’de 2.sınıftayım. Adını Alaattin Şenel’den, Adam Şenel’e değiştirmiş, bir siyasi tarih hocam var. Diğer derslerde anfide 4 ncü sıradan sonraki sıralarda dersi izlerken, onun dersinde kürsüye en yakın yeri alıyorum. Yeni doçent olmuş, onu dev gibi hocaların içinde kimse sallamıyor. Herhalde Bülent Daver hocanın derslerine geliyordu. 45 yıl geçmiş o günlerden. Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, Turan Güneş, Besim üstünel, Sait Kemal Mimaroğlu, Bedri Gürsoy, Aziz Köklü bunlar o dönemde bakan olmuş hocalarımız, Adam Şenel bunların yanında zavallı bir çocuk.

Büyük anfide o derse girince dersten çıkanlar bile oluyor. Ben de, onlar dışarı kaçarken, en önde yer kapma telaşın oluyorum.

Eski Yunan ve Roma Tarihi’ni anlatıyor. Hiç kağıt, kalem yok, sahnenin kapı kenarından başlıyor, diğer kapısına kadar uzanıyor. Geri geri çekiliyor, sesleniyor, Roma’da senatoda sanıyorum bana doğru yaklaşınca. Derste değil, sanki senatoda omuzumdaki şalımı düzelterek, ben de dolaşıyorum. Sanki senatonun merdivenlerinden ona cevaplar veriyorum içimden. 

Ders bitince bir eksikliğim var, söz ettiği kitaplar için kütüphaneye koşuyorum. Hemen, Hasan Ali Yücel’in bu ülkeye kazandırdığı Devlet yayınları arasındaki Dünya Klasikleri’nde kayboluyorum.

Henüz siyasallı ruhum oluşmamış. Roma ve Atina sokaklarında boş boş dolaşıyorum. Adam’ın dersini iple çekiyorum, “hippy” olmak moda o zamanlarda. “Çiçek çocuklar” anlayan anlamayan herkes hayran onlara.

Özgürlük ve barış yanlıları, tüm solcular da aynı kulvarda…

Ben ise, o günlerden bugünlere kalan anarşist ruhumla düşünce özgürlüğünü ve zamanla da özgür düşüncenin peşindeyim, arayışındayım.

Sınır olmamalı, özgürlükte diyorum. Toplumun belirlediği, dinlerin şekillendirdiği düşüncelerle düşünce özgür olmaz diyorum.

Trocky ve Che’den söz ederken; “Zerdüşt Böyle buyurdu” yu cebimde taşıyorum. Demokritos, Sokrates, Platon ile sohbet halindeyim.

Özgürlüğü savunanlara bile itiraz ediyorum. Tanımlamalarına bile karşıyım. Her şeye karşıyım.

Akil Altunişler ve Vecdi Candemir sıra arkadaşlarım. Jetratull, Pink Floyd, New Age, Metallica dinliyoruz. Anlıyor muyum? Hayır! Ancak, onlar beni hayallerime uçuruyor ya, onun için takılıyorum.

Vecdi 1.sınıfta çaktı, yine Adam Şenel’e geliyor, gerçek üstü resimler yapıyor. 10-15 tablosu oldu. Dersten sonra kızlardan fırsat kalınca, resimlerin başına üşüşüyoruz. Ben Vecdi’ye “şöyle mi düşündün”, “bu kanatlar atın boynuna doğru olsa”, “bu ağacın gövdesine bir hayat koysan” falan diyorum. Biraz daha uçuk hale gelsin istiyorum. Ayaklarımız yere değmiyor.

Uçuyoruz ama evlerde içki içme olmuyor, o kadar da değil. Akil, Küçükesat’ta ailesiyle, Vecdi, Paris Caddesi’nde anası ile yaşıyor. Resimler üzerinde kendimizi özgür mü kılıyoruz? Vecdi bu işten çok anlıyor da, bizler de olaya dahil olmak mı istiyoruz, bilmiyorum, şimdi gülüyorum.

Sergi açma fikri ortaya atıldı. Kızılay, Piknik Restorantın yanında sanat severler derneğinin salonu resimleri sergilemeyi kabul etti. Okulu serdik, birkaç gün sergi salonuna resimleri dizmeye başladık. Komik ancak nasıl olduğunu, nasıl becerdiğimizi hatırlamıyorum. Vecdi’nin arkasında iki tip, Akil ve ben gidiyoruz, geliyoruz. Sergi kokteyl ile açıldı.

Sergiyi gezenler, Vecdi’ye “buradaki ifade, ölüm gerçeği mi?” “Bu kırmızı damla, yaşamın başlangıcı mı?” “Bu yeşil çizgi sonsuzluk mu?” gibi sorular soruyorlar, resmi yapan Vecdi ama Vecdi bana dönüyor,  ben de saçma sapan uçuk yorumlar yapıyorum. Sergi de artık birlikte oturuyoruz.

Özgürlük ve ölümsüzlüğü, sonsuzluğu ve yaşamı, mutluluğu ve sevgiyi biliyoruz ya, anlatıyoruz, anlatıyoruz, üniversite 2.sınıfta ki küçük kafalarımız ve bilgimiz ile…

Bir gün Vecdi, 3-4 kişilik bir gruba resmi anlatıyor. Birden ortam gerildi, adamların 1-2’sinin belinde tabanca var, ülkücüler sergiye geldiler. “Sen ne diyorsun lan?” falan sesleri, salonda ikimiziz. Ülkücülere ne anlattı ise, adamlar şekil yapmaya başladılar. Benim saçlarım uzun ve at kuyruğu, Vecdi uzun saçlı ve sakallı, dayak yiyeceğiz. “Kardeş, o resme bir daha bak” dedim. Vecdi’yi kolundan geri çektim. “Sen ne görüyorsun?” dedim. Adam saçmaladı. Boş ve aptalca şeyler söyledi. Ben “Hayır!” Şurası Ergenekon’dur. O küçük parıltılar, kurtlar ve biz öndeki Asena ile Ergenekon’dan çıkıyoruz” dedim. 4 kişiyi tabloya yaklaştı. Biri elini benim omuzuma koydu. “Resmin adı ne?” dedi. Liste ve fiyatlar kapıya yakın yerde, göremezler. Ben de ya “Turan” ya da “Ergenekon” dedim. Sonra iki resim daha anlattık öpüştük,tokuştuk, ülkücü kardeşleri uğurladık.

Bu olayın olduğu dönemde 1972-73 olmalı, günde 10-15 sağcı ve solcunun olduğunu hatırlayanlar, bu anlatılanı daha iyi anlayacaktır, çünkü herkes mücadele adıyla bilinmez hayaller ve bilgisizlikler ile sokaklarda gezmekte idi.

Seneler sonra benim anladığım ise; ölmekten, öldürülmekten korkarak, o yalan söylemek zorunda kalışımız değildi. Aynı olayın, başka şekilde anlatılabilindiği veya doğru diye söylenenlerin de muhtemelen “gerçekler”den tamamen uzak olabileceği idi. O olaydan sonra öğrendiğim her olaya, her koşula, başka bir açıdan bakmanın mümkün olabileceğini kavradım. O günden bugüne, söylenen, uygulanan ve düşünülenin hep özgür bırakılmasını savundum.

Hayaller ve düzeysiz bilgilerle uçuyoruz ya, herkes o yıllar Hindistan’da ya, biz de hedefi koyduk. Vecdi ve Akil ile Hindistan’a gideceğiz, okulu bırakacağız. Adam Şenel’in uçurmasıyla özgür düşünce ile Hindistan’a uçmaya karar veriyorduk, yani aklımızdan geçiriyorduk.

Rahmetli babama bir akşam bu düşüncemi açtım. “Baba okulu bırakıyorum. Hindistan’a gideceğim” dedim. TV seyrediyoruz, başını bile kaldırmadı. Duymadığını düşünerek tekrarladım. “Olur, güzel” cevabı ile yetindi. Şaşırdım, devam edecek cümle bulamadım. Uzun bir sessizliği babam bozdu. “Güle güle git!” “Ne zaman gidiyorsun?” “Pasaportunu hallettin mi?” Birikmiş kaç liran var?” “ Ne kadar kalacaksın?” “Geçinmek için orada çalışmayı mı düşünüyorsun?” soruların hiçbirinin cevabı yoktu. Salondan odama geçtim. Birkaç saniyede koca balon patlamıştı. Bir daha bu konuyu açmadım. Ta ki oğlum büyüyüp 8-10 yıl önce Gazi Mimarlık’ta Şehir Planlamada 3ncü sınıfta önüme gelene kadar…

“Baba, okulu bırakıyorum, Viyana’ya gidiyorum” diyene kadar…

Öyle sinirlendim ki; geberteceğim 3.sınıfta kalmış, ikinci senesini okuyor. Okulu bitirsin sonra nereye gitmek isterse gitsin, gönderebilirim.

“Okulu bitirmeden mi?” “Okuduğun bu 3-4 yıl ne olacak?” diyebildim. Babam kadar zeki değilim. Oğlum da benim kadar akıllı değil herhalde, Hindistan’ı anlatışım gibi saçma sapan Viyana hakkında duyduklarını anlatmaya başladı.

Aklıma baba geldi. “Olur, güzel, peki…” diye başladım ve aynı beş soru cümlesini sıraladım. Onda da hiçbirinin cevabı yok, paran varsa gidersin demeye getirdim konu bitti.

İşte, babamla geçen bu konuşmamızı Vecdi ve Akil’a açtım. Onlar daha ailelerine söylememişler bile…Herkes dağıldı. Akil’in babası ciddi bir bürokrat (Orman Gn.Md. idi) Akil koş koş evin yolunu tuttu. Ben çok sinirliyim, üstüme hiç basan yok ama ben ezilmiş durumdayım, kişiliğim ezilmiş.

Kafalar bozuk ya, Vecdi ile 2.5lt’lik “Dimitri Kopula” adlı bir şarap var aldık. Nerede içeceğiz. O zamanlar saat 20’den sonra Cinnah’ta çok trafik olmuyor. Botanik Parkı’nın Cinnah tarafında oturma bankları var, oturunca parkın sağ tarafında Valilik konutu, karşı da ise birkaç ev, yol (şimdiki seğmenler parkı) bile yok. Leblebi, şarap derken; kafalar iyi oldu. Vecdi “ben evi terk edeceğim, evleneceğim, Karabük’te bir kıza aşık oldum” demesin mi? Herkes evlerdekilerden intikam peşinde…

Kızı anlatıyor. Adı Gül, babası Karabük Demir Çelik’te, kız lise sonda falan filan…

Nasıl oldu anlamadık. Bugün büyükşehir belediyesinin olduğu yer de şehirlerarası garaj var, sarhoş kafa ile garaja geldik. “Hadi! Karabük’e gidip, kızı isteyelim” dediğimizi, yalnızca otobüse bindiğimizi hatırlıyorum, film kopmuş, sabah Karabük garajındayız. Yüzü gözü garajda yıkadık. Gül’lerin evine geldik. Yıkılmış duvarlarımız nasıl tekrar yükseldi, nasıl bir cesaret ve güç kazandık, anlayamadan kapının zilini çaldık. Daha sabah 08:00 olmamış, iki genç çocuk kapıda, babası (şimdi büyüklüğü ve olgunluğu karşısında saygı ile eğiliyorum) “Buyrun gençler” dediğinde, Vecdi, Gül’ün arkadaşı olduğunu söyledi. Gül kapıya geldi, Vecdi ile konuştular. Babası 5-10 dakika sonra geldi “Gençler! Kızım Gül, okula geç kalacak, okul sonrasında görüşürsünüz” dedi. Neler konuştuk hepsi uçtu gitti. “Kızınızla Vecdi, evlenmek istiyorlar” diyememiştim. Oysa bu amaçla kendimizi ispat için gelmiştim. Şimdi hatırladığım tek katlı bir ev, demirden bahçe kapısı, nasıl Ankara’ya döndük, Gül ile Vecdi okulda veya sonrasında konuştu mu? Hatırlamıyorum ama bugün ne mi kaldı? Gül, Vecdi ile evlendi. Şimdi kapı komşumuz oldular. “Su” adlı su gibi güzel ve akıllı bir çocukları onların mutluluğunu taçlandırdı. Vecdi Siyasal’dan ayrıldı. Gazeteciliği bitirdi. Güzel eşi hep onun yanında oldu.

Ben de, Mülkiyeli gibi hayal kurarak gerçek denilenin başka bir şey veya başka şekilde olabileceğini tasarlayarak, düşünce özgürlüğü adı altında kalıplara alınmış biz insanların kurtarılabileceğini, özgür düşünceye ulaştırılabileceğini, babamın deneyimli, sakin tavrıyla, reddetmeden, itiraz etmeden, nasıl yapılacağının hatırlatılabileceğini, sergideki “yaşamın başlangıcı”nın başka bir gözle “Ergenekon’dan çıkış” olarak çok farklı anlatılabileceğini, gençlere “siz kimsiniz?”, “ne yapabilirsiniz?” demeden, onların düşünce ve davranışlarında onları heyecanlı, eylemci ve cesur kılınmalarının mutlaka sağlanması gerektiğini kendime ilke edindim.

Gençleri, herkesi, ve hayatı dolayısıyla kendimi daima önemsedim.

 

Nadir Elibol

30 Eylül 2016

Comments are closed.