Sığır


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

Bizlere göre çok uzun süren bir muavinlik döneminin son günlerinde idik. Yavaş yavaş, bize selam verenlerin sayısı artıyor, koridorda karşılaştıklarımız bize “Günaydın, Nadir Bey” falan diyorlar. Tek tük te olsa odasına çaya davet edenler bile oluyordu. O zamanlar koridorda pek selam veren olmaz, hatta sen duvara doğru yaklaşır ve yürüyüşünü yavaşlatırken, onlar sanki muavini duvarda bir tablo da, asılı duruyorsunuz gibi, farkında bile olmadan yanından yürür geçerlerdi. Böyleydi, biz de hiç alınmaz, umursamazdık.Koridorun başında iseniz, karşıdan gelen de rahmetli Mehmet Ali Devecioğlu, İhsan Akın veya Hidayet Karagül ise saate bakar gibi yapar, hemen sanki acele bir iş aklımıza gelmiş gibi geri döner veya koridorun köşesinden ani bir dönüşle kaybolurduk. Keşke Karaköy Teftiş Kurulu’nun dili olsa da, bizleri anlatsa!

Muavin için oturacak odayı bırakın, masa yok, sandalye yok. Artık aylar ilerlemiş, yılları devirmiş bile, olsanız yine oturacak yerimiz yok. Daktilo üstadın daktilosu, dolap nerde! Bizlerden 3-5 ay kıdemliler var onlar da aynı durumda. Erdener Demirağ, Gürsen Yalçın yetki almışlar ortada yoklar. Bahri Öktem, Ertuğrul Konukman, rahmetli Zeki Gül, yeterlikten yeni çıkmışlar. Bir tek onların odasında oturabiliyoruz. Masalarının bir ucunda yazıp çiziyoruz. Odacılar sağda, solda bizi arıyor, ama çoğunlukla dip odada bizi buluyorlar. Şinasi Kara kapı ağzında, ara ki bulasın, çekmecesi açık ve içinde daima siyah bir ayakkabısı olurdu. Hüsnü Yılmaz soruşturmada ise herkes o iki masada çalışırdı, Mahmut Gencer’in karşı masada otururken “Günaydın Kardeşim”i hiç eksik olmaz, bizler de günaydınlarla bu iki masayı günlük işgal ederdik.

75

Savaş, Bahri ile aynı bekar evinde kaldığı için dip odada kolayca yer edinmişti, dolayısıyla da bizler de orada idik. Bizler de dolap, molap yok. Bir sabah gümüş renkli bir dolap peydah oldu, üzerinde Savaş Özdoğan yazıyor. Herkes şokta, devlet bize ödenek yok, bütçe müsait değil vesaire ile bir dolap vermemiş. Hepimiz o gün başına üşüştük. Meğer Bahri “sen kendi paran ile dolap alabilirsin, bizim odaya koyabilirsin” demiş. Savaş da edepsiz ya, diğer oda sakinlerine sormadan dolabı 650 TL’ye satın alıp, odaya koymuş. O zamanlar 3.540 TL para aldığımıza göre ve yevmiye dışında 2100 Tl maaşımız (30×45=1350 Tl sürekli yevmiye) dikkate alındığında dolabın ne kadar değerli olduğunu anlarsınız. Savaş da bu değerli dolabı verilen ikinci dolapla birlikte kullandı, sonra onun evinde kiler olarak, daha sonra Tirebolu Sokak’taki lojmanın balkonunda matkap, tornavida, çivi, çekiç dolabı olarak yıllarca hep yanında gördük, bizlerle birlikte gezdi.

Hepimiz işte bu dolabın başındayız. Kabe’yi tavaf eder gibi kapısını açıyoruz, raflarına bakıyoruz. Üst gözde farklı renklerde ayakkabı boyaları, iğne, iplik, düğmeler, hemen onun yanında küçük renkli el havluları, temiz bir beyaz gömlek, kolonya, çeşitli bisküviler ve birkaç paket süt. Alt raflara dosyalarını dizmiş, numaralandırmış, mevzuat tamam, tek tük genelgeler eksik, “Nato anlaşmasının muafiyet hükümleri ile ABD askerinin zati eşyası listesi var mı?” diyorlar; küt masanın üstünde. “Hukuk işlerinin teftiş yöntemi ile 1957’nin Başkanlık Tamimi” diyorlar, pat masanın üzerinde. Ama bizde mevzuat var, dolap yok, gösteriş yok.

Duyuyoruz ve işaret veriyorlar ki, artık yetki alarak, yaza girebileceğiz, belki tek başına teftişe bile çıkabiliriz. Ancak, eskiden bir usül vardı ki, önce çok çalışkan ve mevzuatı güçlü üstadların yanında geçen mevzuatı tamamlamaya ilişkin ilk

76

muavinlik dönemi geçer, bir sakin dönemle (pratikle) teftiş ve tahkikatla devam eder, ardından da bir yaşlı tecrübeli üstadlarla çalışılıp yetkili döneme geçilirdi. Biz bu son dönemi henüz yaşamamıştık. Ancak daktilo ile 7 nüsha yazılan mevzuatımız %95 tamamdı. Eksik mevzuatı bulan hemen 7 pelür kağıdını aralarına karbon koyarak daktiloya takar, yazar ve akşam hepimize dağıtırdı. Bu müşterek çalışma hep bizleri birbirimize bağlı tuttu.

Hüseyin Efendi denilen o zamanlar (1978 başları) az güler, yüz hatları sfenks gibi hiç değişmez bir odacımız vardı. 50-55 yaşlarında idi. Evrak, çay getir götür, posta, temizlik, her iş onundu. Ona herkes öyle emredemezdi. Yaşlı ve Başmüfettişler “getir götür” derdi, ama müfettişler “Hüseyin Bey postam var alabilir misin?” derlerdi. Bizler de ardında, önünde koşar postaya verilecek evrakı kendimiz ona getirip verirdik. O da bu ağırlılığı ile davranır, gönlü isterse ve diğer müfettişler sabah gelmemişse veya mesai bitimine zaman varsa ve tabii ki keyfi yerinde ise, gülmeden, konuşmadan senin masana lütfedip bir çay bırakırdı.

Muavinler, yetkililer ve yeni müfettişler bir sabah dip odaya doluşmuşuz. (Muavin derken yetkiye yakın olanı kastediyorum, diğer muavinler yanında çalıştığı üstadlarının masasının kenarında, sessizce yönetmelik okur, rahlesinin önünden ayrılmayan kıdemsiz hafızlar gibi sessizce başları önlerine eğik otururlardı). Hüseyin Efendi içeri girdi, çay tepsisi elinde herkese çay dağıttı, tepsiyi bıraktı, kolunun altındaki zarfları eline aldı. Savaş Özdoğan, Turan Yıldız, Zeki Tüyen, Nazım Bilican, Ben, Sedat Çetinbaş, Ender Yücesoy, Nurettin Ergün dedi, Nurettin bizden 3 ay önce, Erdener’den 3 ay sonra, Erdenerler yetkiyi almışlar. Bir ay olmuş, olmamış, bizlerin yetki almasına 5-6 ay var, Nurettin’e 2-3 ay var. Bir kısmı “Erken yetki

77

geldi” diyor, bir kısmı “üstad değişti” diyor. Zarfları açtık, herkesin surat değişti. Çoğumuz en yaşlı üstadlara verilmişiz. Ben, rahmetli Hidayet Karagül’ün yanına verilmişim. Odanın havası rahmetli Zeki Gül’ün “SIĞIR” lafıyla değişti, neşelendiler, gülüştüler. Ben ve dönemim bir şey anlamamıştık. Zeki “ulan sen yandın” dedi. “Nasıl Abi? Hidayet Bey iyi insan, bana hep gülümsüyor” falan dedim. “Oğlum sen bilmezsin, en küçük hatanda sığır diye hitap eder” dedi. “Abi öyle şey olur mu?” falan diyorum, ama anladım ki işim zordu. Herkes gittiği üstattan memnun, günün konusu ben olmuştum. Hepimiz ilerleyen saatlerde üstadlar gelince dağıldık. Ben de ayağımı sürüye sürüye orta odaların yolunu tuttum.

Tüm müdavimlere odasını açan rahmetli Zeki Gül üstadı anarak… Soldan; Zeki Gül, Öner Yıldız, ben, Nejat Sarıkamış, Oğuz Önal

Kapıyı çalamazsın, kapının kasası da, kapısı da maroken, ürkerek kapı koluna yapıştım. Yavaşca kapıyı ittim, içerideyim. “Günaydın üstadım, ben Nadir Elibol, refakatinize verildim”

78

diyebildim. Kafasını kaldırdı, “sizi niye refakade verdiler?” dedi. İlk gol “sizi” derken ben miyim, yoksa 18 aylık muavinler olan bizler miyiz veya “niye” dediğinde, benim işim gücüm var, seninle uğraşamam mı idi? Kararmıştım. Bir süre geçti, bana “otursana canım” dedi. Bismillah “canım” Allah Allah, ben bu konuşmanın ardından “sığır” kelimesini bekliyorum. “Çay içer misin?” “Mülkiyeli misin?” “Dosyaların tamam mı?” “Git benim dolabıma bak, eksiğin varsa tamamla.” Şaşkınım, ha sığır diyecek, ha bağıracak. Hidayet üstadımız kıymet konusunda çok iyi idi. “Kıymet dosyanızı alabilir miyim?” dedim. “Tabi canım” dosyayı kaptım, odadan kaçtım. Doğru Zeki, Bahri, Ertuğrul’un odasındayım, herkes beni bekliyor. Çünkü tehlikeli durumda olan benim, “Ne oldu?” dediler. Ben boşalan bir koltuğa kucağımda “Hidayet Karagül-Dosya Kıymet” yazan kalın klasörle oturdum. “Hadi anlatsana ne oldu?” tezahuratıyla, olanları anlattım. Herkesin ağzı açık “olamaz, mümkün değil” bağrışmaları. Kucağımda klasöre baktılar “Bu dosyayı sana nasıl verdi?”, “ne yaptın?” soruları ilk konuşulanlar oldu.

Herkes şaşkın, ama ben çok mutluyum. Bir ayı geçmeyen kısa bir dönem yanında çalıştım, bana, bir iki değerli kitabını armağan etti. Hep güler yüzle karşıladı, ondan sormayı öğrendim. Umarım ışıklar içinde, eserleri olan bizleri izliyordur. Teşkkürler, Hidayet Üstad.

Yeterliliği aldım, sınavdan sonra kararname, tebrikler, İstanbul’dayım. Kendisine uğradım, en içten saygılarımla ellerine sarıldım. Masasından kalktı, bana sarıldı, karşı koltuğa oturdu, Kenan Rıza Sakinoğlu ile aynı odada çalışırdı. “Üstad ilk geldiğim gün, sizin bana sığır diyeceğinizi bekledim. Bana hiçbir zaman sığır demediniz. Hakikaten sığır diyor mu idiniz?” diye sordum. Kahkaha ile güldü “Nadir sen hiç sığırlık yapmadın ki” dedi.

Minettarım. Rahmetle kal sevgili üstadım.

79

Comments are closed.