Oymapınar Yemekhanesi


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

Aslında Akseki’liyim, Torosların üzerinde Antalya’ya bağlı bir orman kasabası. Adında Antalya olunca beni Antalyalı bilip, çok zor ve sıkıntılı işlerden sonra, çok perişan ve yorgun olduğumda, Başkanlık merhamete gelir ve bana Antalya’ya Teftişi verirdi. İşte öyle bir yaz teftiş döneminde Antalya’dayım.

Tekel misafirhanesine, yanımda Asım Usanmaz ve Cihat Ancın’la yerleşmişiz. “İki becerikli muavin” ve “Antalya Teftişi”, çok memmun olunacak bir konumdayım. Her zamanki gibi ben sabah erken kalkıyorum, hemen yola çıkıyoruz, ben “börek yiyelim” diyorum. Arkadaşlar gözlerini açamamışlar ki yesinler. Ben böreği yiyorum, onlar yalnızca çaylarını içiyorlar, bizi alacak araba gelince, 7:30’da limanda Antalya Gümrük Müdürlüğü’ndeyiz. Yaz mesaisi

118

sabah 7:30’da başlayıp 15:30’da bitiyor. Teftiş’in ilk günlerindeyiz, yine öğlen oldu. Personelin masalarında meyveler ve ekmek arası sandviçler, mesai sürüyor. Teftiş gören servis dışındaki diğer servis memurları biraz daha gayretle mesaiyi tamamlayıp, erken çıkıyorlar. Teftiş gören muhasebe servisi ise çalışıyor, Müdürle konuştum onları da, iki üç saat çalıştıracağız, sonra gidecekler. Müdür tek arabayı bize bıraktı, şoför, nöbetçi muhafaza memuru ile gümrükte tek başımıza çalışıyoruz. Biz öğlen yemeği yiyemedik, sıcaktan pek canımız istemiyor ama, ikindi vakti açlık ve sıcak bastırmaya başladı. İlk gün böyle geçti. Birkaç gün sonra Müdüre “nerede yemek yiyorsunuz” diye sordum. Dolayısıyla “biz nasıl yemek yiyeceğiz?” demek istedim. “Efendim, bizim ödenek ve yemeğimiz yok” dedi. “Nasıl olur? Maliye ile birleşmedik mi? Defterdardan ödenek isteyin” falan. Demek ki becerememişti, ben de fazla üstüne gitmedim. Hemen hemen 60-70 personel var. Bazıları sefertası veya paketlerle geliyor bazıları da bizim gibi öğlen bir şey yemiyor. Biz de havamızdan yemek getiremiyoruz ve sürekli açız.

Muafiyet şubesinde, geçici kabul işlemlerine bakıyorum. Şeytani bir fikir aklıma geldi. Oymapınar Barajı tamamlanmış, iş makinaları, ekipman yurtdışı ediliyor, teminatlar çözülüyor. Önümüzde her gün cari işlem var. Komisyoncunun adını Cengiz gibi hatırlıyorum, çağırdım “Yarın hazırlık yap, araba bul Baraja gideceğiz, şantiye alanını göreceğim” dedim. Adamın rengi attı, kötü oldu. Ben iyice işe dikkat kesildim.

Ertesi günü, gittik mi? Gitmedik mi? Tam hatırlayamadım, bazı makine ve ekipman limana getirilmişti. Onlara da bakmış olabiliriz. Benim amacım zaten bu değildi, koca makinalar, kazıcılar, vinçler, kepçeler, kamyonlar nereye kaçacaktı. Elin gavuru hiç bunları buralarda bırakır mı idi? “Cengiz bey, klimalar,

119

buzdolapları nerede” dedim. İdari personelin kullanılmış klimaları barakalardan sökülmüş, sağa sola konulmuştu. Anladım ki, bir kısmı da bazı yerlere de dağıtılmıştı. Kenara çektim, “klima, buzdolabı, mutfak gereçlerini nerelere verdin?” dedim. Başladı titremeye “Efendim vilayet, emniyet, özel idare” başladı saymaya. Tamam doğru yolda idim. “Nasıl veriyorsun sen?” diye çıkıştım. “Efendim İtalyan genel Müdür kullanılmış ve ekonomik ömrü az kalmış her şeyi gümrüğe sorarak imha edin, onları taşımayalım” dedi. Ben de işe yarayanları kamuya dağıttım. “Bu böyle olmaz, yarın Genel Müdür Bey’i, Türk yardımcısını buraya istiyorum” dedim. Cengiz bey dağılmış, şaşırmış, korkmuştu.

Ertesi günü sabah erken saatlerde misafirlerimiz geldiler, gümrük komisyoncusu Cengiz Bey nasıl anlatmışsa, belli ki otururken çekiniyorlar, girerken müsaade istiyorlar. Ben de tam aksine neşeli ve güler yüzlüyüm.

Dere, tepe konuştuktan sonra, hemen konuya girdim. “Sarf edilen kullanılan çatal, bıçak, tencere, tavaları istiyorum” onların arkasından eşyaları soracağımı düşünerek “ben efendim şuraya yazı ile verdim” “işte teslim aldıklarına dair yazı” “işte imha tutanağı” “onu buraya, diğerini şuraya verdik” diye anlatmaya başladılar.

Ben ısrarla “Tencere, kazan, kepçe, masa, sandalye, fırın, ocak nerede?” diyorum. “Efendim, bir kısmı duruyor, bir kısmını imha ettik. İmha için bir kısım eşyayı şuraya topladık, buraya yığdık” falan diyorlar.

“Beyler Gümrük İdaresinin yemekhanesi yok. Cengiz Bey nasıl anladı veya size nasıl anlattı bilmiyorum, ama yemekhanenizi atmayın, buraya getirin, memurlara yemekhane yaptıracağım” dedim.

Yüzlerinde güller açtı. Gümrük gibi pek çok kamu kuruluşuna eşyaları vermişler, ama gümrük muayene memuru ile imha

120

edilmiştir diye 5-6 kişi tutanak düzenlemişlerdi. Kendilerini sıkıntıda hissediyorlardı. Kuş gibi oldular. Çay, kahve içtik, İtalyan neşelendi. Ertesi günü sabah yaklaşık iki kamyon eşya geldi. Muayene memurları tutanakları hazırladılar. 10-15 masa, 50-60 sandalye, kazanlar, tencereler, ocak, buzdolabı, et ve meyve dolapları, çatal- bıçak-kaşık, tabak her şey vardı. Ancak devamı gerekiyordu. Bodrum katı boş bir salondu. Binamızın karşısında karayollarının binası, lojmanı, sosyal tesisi var. Bölge Müdürü iyi bir adamdı, durumu anlattım. İşçi, kum, çakıl verdi. PTT fayans, lavabo, musluk getirdi. İki üç gün hummalı bir çalışma sonunda tezgah, ocak yeri, musluk vs. tamamlandı.

Ben soluğu Valilikte aldım. “Sayın Valim şöyle oldu, böyle yaptık” dedim. Gülümsedi. “Defterdarlıkla aynı Bakanlığız, ama ödenek gelecek gidecek beklemeyelim. Ben burada iken, bir yemek yemek istiyorum” dedim. Valinin oluruyla, Defterdarlıkta çıkan yemeğe 40-50 kişilik bir yemek daha eklendi, ertesi günü sabah 10- 11’de yemeği alacağız. Hemen gümrüğe döndüm. Biz dahil 5-10’ar TL toplattım. Memurlar kendi masa örtülerini aldılar. Her şey hazırdı, yemekler geldi, büyük bir keyifle yemeğimizi yedik. Ancak tuzluk ve karabiberlik yoktu. Tuzluk ve karabiberlik ile küçük vazoları ertesi günü bayanlar temin ederek, tamamladılar.

Hani pek çok yerde ben gözlüğü tuvalete düşürünce, bu sarhoşluktan sonra sarhoş olmadım diyordum ya; elimde olmadan Antalya beni bir kez daha sarhoş etmişti.

Yanımda rahmetli Cihat Ancın ve Asım Usanmaz var, yemekhaneyi yaptırmışız. O yaz dönemi teftişte iki de gümrük kontrolörü arkadaş var. Antalya’da geceleri sıcaktan yenilip içilemiyor, teftiş bitiyor diye Olimpos’a çıkma fikri ortaya atıldı. Öğrendik ki, orada bir su kaynağının ağzında balıkçı lokantası varmış, serin ve ferahmış, hemen notu verdik. Akşam hava

121

kararmadan lokantada yerimizi aldık. Müthiş bir sahne, kaynağın ağzında ağırlaşarak akan suyun üzerine 4-5 masa konulmuş, ayakkabıları çıkarıyorsun, paçaları sıvıyorsun, balık salata, rakı. Kenarda basit bir ocak, hepsi bu. Güneş kaybolurken, deniz, orman onu arkadan uğurluyordu, biz ise çoktan bu serinlikte güneşe tebessüm etmeye başlamıştık. Bir iki saat olmadı ki, yanan Antalya’nın aksine üşümeye başladık. Orman ve suyun verdiği serinlik denizden oldukça yüksek bu mekanda üşümemize neden olmuştu. Omuzlarımıza şalları aldık, günlerdir Antalya’da yanıyoruz ya, yedik, içtik, sohbeti ilerlettik. Bütün masalar boşalmasına rağmen (gümrüğün resmi arabası da bekliyor ya) adamcağız bizi bekliyormuş, gece yarısı olmadan toparlandık. Herkes çok keyifli ve mutlu, herkes yeteri kadar içmiş, hiç sarhoş olan yok.

Arabayı kullanabilecek kadar ayık olanı direksiyona geçirdik, tepelerden döne döne Antalya’ya doğru inmeye başladık. Deniz seviyesine, liman ağzı denilen yere geldiğimizde, o zaman orman işletmesini hemen geçince hiçbir tesisin olmadığı Konyaaltı Paljları başlıyordu. Arkadan biri “üstad midem bulanıyor” dedi. Arabanın duracağı bir yer yok, biraz gayretle Konyaaltı Plajı’na geldik. Kapıyı açması ile kusması bir oldu, sonra diğeri onu izledi. Ben yolda bir şeyim yokken 5-10 dakika içinde sarhoş oldum. Direksiyondaki “üstad ben arabayı kullanamayacağım” dedi. O keyifli durum birden bire değişti, misafirhaneye en fazla 4-5 km var. “Gidebilir miyiz, yoksa 5-10 dakika kestirelim mi?” diye sorduğumda uyumuşlardı (sızmış da olabilir). Kusanlar da ortadakinin omzunda sızmıştı. Şaşırdım, şok oldum, arabadan çıktım, arka kapıları ve ön kapıyı açtım. İleride tek tük arabalar var, kıyıda oturmuş insanlar görüyorum. Biraz kestirelim derken, gözlerim kapandı, sızdım mı, uyudum mu, perdeyi kapattım.

Gözümü açtım ki, rahmetli Cihat uyanmış, gülerek bakıyor. Ben de gülmeye başladım. Gülüşmeye diğerleri uyandı. 3-4 saat sahilde

122

uyumuştuk. Herkes şaşkındı, masadan kalktığımızda o serinlikte hiç kimsenin bir şeyi yoktu. Alınan alkolden kimse etkilenmemişti, ancak o serinlikten sonra gece 35-36 derece olan Antalya’ya inince 5-10 dakika içinde herkes sarhoş olmuştu. Bu da Antalya’da son içki içişimiz oldu. Antalya bizi utandırmıştı.

Güneş doğdu, doğacak herkes kendini zor bela misafirhanedeki odasına attı. Sabah buluşamıyoruz biri uyuyor, biri banyoda, biri uyanamıyor, rezalet! Kahvaltıda geceyi konuşacağız ya, kimse Olimpos’tan veya sahilde sızmadan söz etmiyor. Odalarımız Tekel Başmüdürlüğü’nün çatı katı ya, bizi başka bir sürpriz bekliyordu, şehir gece 35 derece iken, odalar 40 dereceden fazla ve yanıyordu. Sahilde sızanlar, hafif rüzgarla gece yarısı 2-3 saat uyayabilmişti ya, oda da ise, sabaha kadar soğuk(!) suyun altından çıkamamışlardı, yani kimse uyuyamamıştı.

Perişan bir gün bizi bekliyordu. Mesai sonunda çocuklar bir yerde yiyip içelim mi dediğimde, her ikisi cevap bile vermeden, sağ elleriyle göğüslerine hafif hafif vuruyor, gece kapanmayan göz kapaklarını açarak, kaşlarını yukarı kaldırıyorlardı. Anlaşılan konuşmak istemiyorlar, sanki bir kelime ağızdan çıkarsa, tekrar sarhoş olacaklarmış gibi, sessiz kalıyorlardı.

İşte insan ölçülü veya dikkatli olsa dahi, koşullar ve ortam her şeyi değiştirebiliyordu. Hayatımı yönlendiriyorum veya kontrol edebiliyorum derken; elde olmayan nedenler, bugüne ve yarına şekil vermemize engel oluyordu.

Olaylara böyle bakmayı öğreten, gümrük personelini sevdiren tüm üstadlarıma minnettarım, sağ olanların önünde saygı ile eğiliyor, ölenleri de rahmetle anıyorum.

123

Comments are closed.