Merak, İnanç ve İnkar


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

Otobüsün ışıklı tabelası yanıp, sönüyor, tekrar yanıyor, sönüyor. 10 numarada yerimi aldım. Pencere kenarı boş, otobüs hareket edecek, yan koltukta yol arkadaşım gelmedi, gözüm yollarda. Merak ediyorum, kapıdan her görünenin yol arkadaşım olduğunu sanıyorum. Kucağında çocuğuyla görülen esmer kadında gözlerim karardı. Küçük bir çocuk, en çok iki yaşında, kolunda bebek malzemesi ile dolu olduğu, belli çanta sallanıyor, “eyvah” dedim. Ben şişmanım, öndeki koltuklar dolu, hemen elimdeki kitaba kapandım. Ah bir muavin gelse “Hanım efendi yanlış numara verilmiş sizinki 9 numara da olsa, erkek yanı dese” dememe kalmadan çanta yüzüme sürtünerek kadın arkaya doğru ilerledi. Gözüm sıradaki yolcuda, gençten bir çocuk, başı merdivenin ikinci basamağında göründü, sırt çantası omuzun üzerinde bana bakmıyor bile, gözü arkalarda “şansımızı yitirdik” dedim. Kapı kapandı, yanım boş, gözümü burada kapatır, durduğu yerde açarım diyorum. Öyle de oldu ancak şehir çıkışındaki şirket terminal binasına kadar, beklenen dostum geldi.

Dalgalı saçları geriye taranmış, en çok elli yaşında hafif toplu, selamlaştık, yerine geçti. İlk birkaç dakika ceket çıkarma, çantayı açma, kitap ve kalemi hazırlama ile geçti, bir iki kez özür dileme ile tebessümleştik. Kitabını açtı ve okumaya başladı. Hani İstanbul’da Kadıköy-Karaköy yolcu vapurlarında olur ya, yanınızdaki gazetesini okurken, siz de denize veya çevreye bakar gibi yapar, yanınızdakinin gazetesini okursunuz ya, sonra gazete sahibi bunu farkedince hızla sayfayı çevirir, siz de kafanız uzamış kalakalırsınız ya, işte aynı öyle bir durum oldu. Kendi kitabını okuyor ya, onun gözü benim elimdekinde, çünkü ben kitabın kapağını ambalaj kağıdı ile kaplamışım, ne yapsın adam, merak ediyor. Normalde okunan kitabın adı bazılarına hemen fikir verirken, benimkin de ne kapak, ne de ad var, nasıl bakmaktan vazgeçsin? Aksine daha da bir merak onu sardı. Ben sayfanın kenarına not aldıkça, dikkati daha da arttı, ben yirmi sayfa geriye dönüyorum oraya “bak 127” yazıyorum. Sonra öbür sayfaya “tekrar oldu” notu düşüyorum. Sonra “abdest alma ile çelişmiyor mu?” diyorum. Ben kaptırmış gidiyorum, otobüs gibi.

“Benim adım Aron” dedi. Sormadım ki, belli ki konuşacağız. “Benim de Nadir” dedim. Soramıyor, “okuduğum kitap nedir?” diye, ama bilmiyor ki; onlarla ilgili. Adına bakarsanız “AAron” olmalı. Hani Musa’nın 10 emri anlattığı ilk adam, kardeşi gibi. Kitabın adını söylemiyeceğim. Hele bir yol alalım “kendi konuşsun da biz dinleyelim” diyeceğim, içimden.

İstanbul’da doğmuş, Musevi bir Türk vatandaşı. Kardeşi ile hesap makinası imal ediyorlar. Abisi ile telefon işine de girmişler, babası incir çekirdeği yağı işiyle uğraşıyormuş, anlatıyor, “siz ne yapıyorsunuz?”, “nerede oturuyorsunuz?” falan sorularına rağmen kitabımı soramıyor.

Koltukların rahatlığından söz ediyor, yeni otobüs değil mi? diye konuyu dağıtıyor ama, kitabı sormuyor ve sohbetimiz derinleşiyor. Bir o, bir ben lafı alıyoruz, bazen susuyorum, hakkımı ona vermiş gibi yapıyorum, o kaldığı yerden devam ediyor.

İlk 10 dakika çok hızlı geçti, host kek, çay dağıtıyor. 3-4 dakika sustuk. “Ben çok meraklıyım” diye söze girdi. Cevap vermedim. “Babam toprağı bol olsun! Abim ve ben onun yanında çalışırken her sabah fabrikamsı atölyede onun masasını düzenleyişini izlerdik. Masasının üzerinde akşamdan kalan dağınıklığı toparlar, kalemler, defterler masanın sağına, Facit hesap makinası soluna konurdu. Bizlerden birine seslenir çayını isterdi, odanın diğer ucunda otururduk, çayı geldiğinde arkasındaki para kasasını yavaşça açar, bizlerin görmesini ister gibi ağır hareketlerle içeriden keseyi alır, kucağına kor, içindekileri saymaya başlar ve masaya kordu. 40’da veya 50’de soluklanır, bizleri süzer, baktığımızı görür, çayından bir yudum alır ve 41 veya 51 diyerek devam ederdi. Bunu her gün yapardı, her geçen yıl bu sayma işini daha da uzattığını fark ederdik. Kendi aramızda babamın saydıkları elmas herhalde derdik. Çünkü annem ile yaşadıkları güç günleri, savaş yıllarını anlatırken parasını babası gibi (dedem) üçe böldüğünü, bunun üçte birini sakladığını, karısına dahi söylemediğini, hatta kendisinden bile sakladığını söyler, sonra kalan diğer üçte biri ise gayrimenkul ve altın ama çoğunlukla elmas aldığını, diğer üçte biri ile de ticaretine devam ettiğini, zorda kalmadan altın, elmas ve gayrimenkulü satmadığını, hayatı tehlikede olduğunda saklananın devreye konulması gerektiğini gülerek bizi anlatır, bunu dedemin yaptığını ifade ederdi. Ben ve abim de babamızın da böyle bir yol izlediğini düşünürdük. Bir yerlerde başka elmas veya altınları olduğunu hayallerdik. O her kasayı açtığında biz de odada olurduk, ancak kendisine doğru yaklaştığımızda saymayı keser, kesenin ağzını kapatırdı.”

“İşte ben bu yüzden meraklı oldum” dedi. Ben de onun merak konusunu önemsemiş gibi, “eee, ne imiş saydığı” deyiverdim.

“Babam öldüğünde, amcam eve geldi ve ailenin büyüğü olduğu için taziyelerden sonra, annemin isteği ile kasayı açtı. Çıkacak elmasları bekliyoruz, senetler, çekler, veresiye defteri ve içinden okul notları masanın üzerine konuldu. Biz keseyi bekliyoruz, keseyi açtı, yavaşça masanın üstüne döktü, renkli cam parçacıkları. Yıllardır izlediğimiz elmas sayma ritüeli fiyasko çıktı. İçinden düşen küçük bir kağıt cam parçalarının arasında kalmıştı. Ben elimi uzatacaktım ki, (en çok merak eden bendim) annem ellerimi masadan uzaklaştırdı. Amcam kağıdı aldı, göz gezdirdi ve masanın üzerine bıraktı, annem aldı okudu, abim ve en son ben ve kız kardeşim okuduğumuzda öylece kaldık. Tevrat’tan birkaç satır yazmıştı. “Merak edin ve sorgulayın, akıl o’nun (Tanrı’nın) size armağanıdır, kaderinizi siz çizeceksiniz” “Babanıza ve annenize kötü söz ve davranışta bulunmayın.”

Babam iki işi de halletmişti, sanki miras bırakacak pek çok malı varmış gibi davranarak kendisine iyi davranmamızı ve dolayısıyla çok çalışmamızı sağlamıştı. Bir de gördüklerimize bile merakla yaklaşmamızı öğretmişti. Kitabınızın adı nedir?” deyiverdi.

Kapalı duran kitabın kapağını kaldırdım, ön sayfadaki adını okuttum. Şaşkına döndü. “Nasıl yani, siz bunları mı okuyorsunuz, yoksa?” derken “Hayır Musevi değilim. Benim ki de meraktan” dedim. Gülüştük, konu hallolmuştu. Aron derin bir nefes aldı, rahatlamıştı.

“Bakın! Ben anadan Musevi’yim, ancak Tevrat’ın baş tarafında “Ondan önce karanlık vardı” der ya, ben hep bunu merak ederim. Hiç kimsenin de bunu düşündüğünü sanmam. Düşünse dahi herkes okuduğu, kavradığı, anladığı kadar yorum yapabilir, başka birisi de kendi kültürü, eğitimi ve yaşamı kadar bunu yapabilir. Bu nedenle ben bu bab’tan anladığım ile onun yorumunu yapabilirim, hiç kimse Tevrat’ta şöyle diyor, bu şu anlama gelir diyemez, bunu diyenler yönetenler ve ruhbanlar olmuştur, kutsal kitabın ne yorumu yapılır, ne tercümesi, hem yapılan yorum ve tercüme onu yapan kadar doğrudur, yeterlidir, aslına uygundur veya değildir.

“Babam, biz gençler için oyunlar hazırlardı. Birbirimize bağımızı arttırmak için, birlikte çalışmamızı isterdi. Bir okuma tiyatrosu hazırlamıştı. Adı da “Ya Taş Konuşursa” dilerseniz, size hemen gönderebilirim” Akıllı telefonu da kendisi gibi akıllı idi. Elektronik adresimi aldı ve kaşla göz arasında bana ulaştırdı.

Aron yorulmuştu, gözlerini kapadı, uykunun sıcak kollarına kendini bıraktı. Merak bu kez beni sarmıştı. Hızla dosyayı açtım. Baba; abisi ile Aron’a birer rol biçmiş, Aron’un meraklı tavrıyla sorular sormasını, abisinin ise tarihsel doğrularla onu ve diğerlerini bilgilendirişini sağlamış, baba kendine de diğerlerine aktaracağı tavsiyelerle dolu cümlelerle bir rol hazırlamıştı. Meraklısına ilginç gelebilecek şeyler söylüyordu.

Okuyayım dedim, ama gün ağarmak üzere idi. Aron’un başı omzumda idi. Başımı arkaya attım. Sabah güneşi gözüme gelince, deniz ve şehir önümde idi. Kitabımı okuyamamıştım ama dersimi almıştım. Merak ve sorgulama insanı doğruya götürüyordu. Hep anlatılan ve söylenenlere bir doğruluk payı kadar şüphe payı da bırakmak gerekiyordu. Aron’a ne diyeceğim? “Bu yazı pek olmamış mı?” veya “Doğru, yahu böyle düşünmek gerekiyor mu?” veya “Ben inanmak yerine iman etmeyi tercih ederim mi?” demeliydim.

Tam bunları düşünürken, yol arkadaşım uyandı. Akşam ki konuşmalar, ya taş ta konuşursa hikayesi unutulmuş veya bir yana bırakılmış gibi havanın sıcaklığından, deniz ve güneşten söz edilmeye başlanılmıştı. Otobüs perona girerken, biz suskunduk. Karşılıklı merakımız geçmiş olmalı ki, tebessüm ederek, otobüsten ayrıldık. Ben bir minibüste, o da bir takside birbirimizin bilmediği yerlere doğru hareket ettik.

Hani! Aaron’un babası dedeyi anlatmış, o da varlığını üçe bölmüş, birini kendisi bile unutmuş, birini mal ve mülk olarak herkese söylemiş, birini de işinde kullanmıştı ya, ben de kendimi öyle hazırladım. Ben kendimi üçe böldüm, üç ayrı kişi yaptım.

Bir ben merak ediyor, sorguluyor, itiraz ediyordum, diğer ben doğru denilenleri kabul ediyor, itaat edip, inanıyordum, öbür ben ise söylenenleri ve anlatılanları, farklı bir gözle görerek inkar ediyordum.

Tabi, Tanrı’nın armağanı benimle olduğu sürece…

Nadir Elibol

17 Eylül 2014

Comments are closed.