Kerim Ağa


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

Çocukluğumdan tek aklımda tuttuğum, keyifli, mutlu ve sevilen bir çocuk olduğumdur. Çok daha öncesini hatırlamıyorum, anlatılardan mı, yoksa hayal meyal hatırlıyor muyum? Bilmem, ama Gölhisar’da önünde yedi-sekiz basamağı ve yanlarda demir korkulukları olan ve yukarı çıktıkça, kapı ağzına doğru daralan, merdivenli bir evde yaşıyoruz. Üç katlı, üst katı çatı katı gibi aklımda kalmış. Bahçede tek ağaç var. Kazlar, tavuklar dolaşıyor, sanırım hindimiz de var. Babamı o dönemde yalnızca baba olarak hatırlıyorum; ne iş yapar bilmiyorum, mühendis ve baraj yapımında çalışırmış, çok az izler var. Aklımda kalan; bahçe, otlar, çamurlar, çimler hepsi bu.

Konya’daki evimiz daha belirgin, 1959 olmalı. 19 Mayıs İlkokulu’nun anasınıfına gidiyorum. Sabahları birkaç mahalle arkadaşım ile onlardan birinin annesi bizi sıra ile önlerine katıyor ve okula götürüyor, okul denilince bu aklıma geliyor. Okula

Konya’da ana okulundayım, en arkadaki çocuk benim

5

300-400 metre yakında oturuyoruz, okuldan bir iz yok, ama sokaktan var, sokakta biriken yağmur suları en sevdiğim oyun, bir de karşı evin arka bahçesi, karşı evin çatısı “Güvercin konağı” gibi, yüzlerce kuş çatıda yaşıyor. Ön cephede 40 cm kadar bir büyük delik, bu delik çatı katına tek girişi kuşların, buradan girip çıkıyorlar. Ben onları seyretmekle ve sokakta oynamakla günlerimi geçiriyorum. Apartmanın üst katında ev sahibimiz oturuyor, Elmas teyzeler, ne kocasını, ne oğullarını hatırlıyorum. Elmas teyze, günü mutfakta geçen bir kadın, hafif toplu, onun yaptığı su böreği, baklava, köfte en favori yemeklerim. Bayılıyorum çocukluğumda bu kadının yemeklerine. İleride, babam Çorlu’da askerlik yaptığında da böyle bir teyze ile karşılaşacağım, babamın asker arkadaşı Eskişehirli Hikmet Kaya’nın şişman annesi Atike Teyze, o da aynı güzellik ve lezzette yemekler yapacak ve annemin yemekleri ile bu güzel yemekler benim bugünkü ağız tadıma ve şişmanlığıma zemin oluşturacak.

Karşı evin arka bahçesinde oynadığım bir gün merdivenden düşüp, çenemi vurunca, açılan etime dikiş atılmasına neden oluyor, bu ev. Beni tanımakta önemli bir işaret olarak bu iz, çenemde kalıyor. Ama esas işaret kafamda. Üç dört yaşında Akseki’de yazın dedem Kerim Ağalarda annemle birlikteyiz, yaramazlık had safhada. Su kuyusunun üzeri Akseki’de top oynanacak tek düzlük. Her yer dağ, taş, Ak-seki, beyaz basamaklar adı oradan geliyor. Herkesin evi güneye bakan yamacın üzerine kurulmuş, yol, sokak yok, beyaz taşlardan seke seke çıkılıyor. Her yer dağ, taş. Kasabanın önündeki tek düzlüğe de 40-50 parça, sanki her haneye bir parsel gibi tarla, bahçe ve bağlar yayılmış.

6

Akseki’de çocuklar için oynayacak yer yok; oynayan çocuk da yok, her çocuk 7-8 yaşında, amca, dayı veya ağabeyinin yanında ticarete başlıyor. Ben de benim gibi göçebe ve kasabada kalanlarla o yaşlarda beton sarnıcın üzerinde top oynuyoruz. Sarnıç, badem, nar bahçesine bakan demir korkulukla korunmuş. İşte bu kuyunun üzerinden yan bahçeye 4-5 metre yükseklikten düşünce, kafatasım çatlıyor, kanama ve 3-4 gün süren koma halinden sonra, 17 gün uyutuluyorum ve tekrar hayata dönüyorum. Bu büyük kaza, ailenin ilk ve tek erkek torunu üzerine büyüklerin daha çok titremesine ve titizlenmesine, dolayısıyla da müthiş ilgisine neden oluyor. Böylece benim keyifli, mutlu çocukluğum, bu düşüşe bağlı olarak gelişiyor, güzelleşiyor.

İşte düştüğüm gün olan 1 Mayıs 1959 yılı nasıl çocukluğumda çok önemli ise, Müfettişlikten ayrılıp, yeni bir hayata başlayacağım 1 Mayıs 1990 da benim için o kadar önemli olacak…

İşte, üzerine titrenen bu çocuk, babası yedek subaylık görevine gidince, yine annesi ile birlikte Akseki’ye dedesinin yanına gidiyor.

O zamanlar Akseki yörenin en gelişmiş, en modern ilçesi. Okullar, sinema ve gezici tiyatro için salon, bir çocuk için her şey var. Ayrıca dedelerim, anneanne, babaanne, dayılar, onların aileleri, yengeler, epeyce çocuk, müthiş büyük bir aileyiz. Zaten mahalle, sanki bir aile. Bir o evde, bir bu evde günlerim geçiyor. İstediğim eve girip yemek yiyorum. Diğer evde divana uzanıp uyukluyorum. Yan evden su istiyorum. Herkesin kapısı bana açık. Benim kapım da bu yüzden herkese, her zaman açık.

7

İşte, terk edildikten sonra dedemin Annemlerin evi, Mehmet dede ve evi, (bahçeden görünüş) dayılar

Ancak, hiçbir ev Kerim Ağa’nın evi kadar etkileyici değil. Dedemin evi diyorum, ama dedem Rus savaş zamanı, Bingöl Genç’ten getirilmiş Akseki’ye. Çok iyi bir ailenin çocuğu imiş, Durmuş Dede dediğimiz, ben o yaşlarda iken, aksakallı, gülen mavi gözlü, gülerken hep dudakları kımıldayan, titreyen bir ihtiyar. Dedeme Durmuş Çavuş ana babalık yapmış, tüm ailesi savaşta ölünce Genç İlçesinin Kale Köyü’nün şıhı olduğu söylenen dedemin dedesi, hem bu köyün ve hem de birkaç köyün hatırlısı olan dedemin babası ölünce, ortalarda kalan küçük Abdülkerim’i atının terkesine atarak, Akseki’ye getiriyor, ona bakıyor, büyütüyor ve kocası genç yaşta ölen dul kalan “yiv-öv”ün genç, güzel iki çocuklu gelini Emine ile evlendiriyor. “Yiv-öv” “yeni ev” demek, Yivöv’ün iki kardeşi o zamanlar 10’un üzerinde odası olan bu koca konağı tam ortadan böldürünce, dul Emine’ye kocaman, ayrı bir ev kalıyor. Kerim Ağa’da o eve sanki damat oluyor. Sonraki yıllar da babamla Bingöl’e, Genç’e, oradan da Kale Köyü’ne gittiğimde, köyde dedemin amca oğlunun süren sülalesinden kalanlarla beraber olduk. Köyün tamamı babamın ve benim ellerimi öpünce ve gösterilen büyük bir çınarın altındaki türbe içindeki mezarın dedemin dedesine ait olduğu söylenince, o türbeyi ziyaret haline getiren çevre

8

köylüleri de görünce, o aziz insanı, dedem Kerim Ağa’yı ve onun her an başımı okşayan şefkatli elini hep aklımda tuttum. İnsanı sevmeyi ondan öğrendim.

Dedem o zamanlar kaç yaşında hatırlamıyorum, benim için yalnızca “dede” idi. Saçları hep sıfır numara traşlı olurdu. Evde, tarlada şapkasız çalışır, ancak çok güneşli ise kafasına bir kasket geçirerek çalışırdı. Çarşıya giderken ise bir düzgün kasket giymeyi ihmal etmezdi. Nasırlı, çatlak ve sert derili ellerinden tutardım, beni çarşıya götürürdü. Elleri elime sığmaz, kenarından kavramaya çalışırdım. Boylu boslu görünürdü. Sonraki yıllarda fark ettim ki, Akseki evinin kapısı, bana nasıl büyük gözüküyorsa, dedem de öyle gözükürmüş, oysa ufak tefek bir adamdı. Ama dedemin iyiliği ve yardım severliği öyle büyüktü ki; bugün hala kendime ve çevremdekilere bakınca onu hala çok büyük, boylu boslu düşlerim. Hiç nasihat etmez, hiç tavsiyede bulunmaz, yalnızca örnek olmakla yetinirdi. Herhalde en etkin öğretme yolu da bu olmalı ki, ben de yardım severlikte onu taklit eder gibiyim. Bir de konuşurken dokunurdu insana. Hem gözlerine bakar, hem gülümser, elini sırtında, kolunda, küçüklerin başında gezdirirdi. Bence el, dil, göz ile anlatmayı tamamlıyordu.

İyi huylu bir insandı, dedem. Gün ağarmadan bağın, bostanın yolunu tutardı. Her sabah onunla uyanmak, bu yüksek yaylanın müthiş serinliğinde atın üzerinde üşümek, ürpermek, bana müthiş keyif verirdi. Atımızın ismini hatırlamıyorum, beyaz bir kısraktı, boynunda çok sevdiğim katır boncuklarıyla dizilmiş bir kolyesi vardı. Bugün hala çalışma odamda asılı durur. Beyaz yelelerini ve kolyesini yol boyunca ellerimle düzeltir, bunun için de küçük gövdemi

9

Yaşanırken evin yoldan görünüşü, “Öte içeri” komşumuz kapıdaonun sırtına yaslardım. Armut ağacına bağladığımız attan dedemin yardımı ile iner, bostana dalardım. Dedem, bana “hadi bakalım, kelekleri topla” der, ellerini göğsünde kavuşturur, benim bostanda koşuşturmamı ve kelekleri heybeye dolduruşumu seyrederdi. Kelekleri ve kabakları topladıkça “dede, dede bunları sen mi yaptın?” dediğimde, onun kahkahaları göğe yükselirdi. Aklım erince; kendisinin çapalamayı, sulamayı benden ayrı zamanlarda yaptığını, sırf ben eğleneyim diye, sabah tarlaya gidip, eve döndüğümüzü anladım. Orta tarlada keleklerin işi bitince 200-300 metre ötedeki bağa giderdik. Güneş çıktı çıkacak, bağın tahta kapısını bana açtırır, incir ve fıstık ağaçlarının yanındaki havuzdan üzüm teveklerine su salmadan önce benim üzüm yememi ve toplamamı isterdi. En keyifli işimiz birlikte siyah üzüm yemek olurdu. Buğulu kütür kütür üzümlerin tadı hala aklımdadır. Güneş yükseldiğinde bir heybemizde kelekler, kavunlar, diğer heybemizdeki sepette üzümler ve incirlerle evin yolunu tutardık. Dedem yolda gördüğümüz her çocuğa, her büyüğe tanısın tanımasın mutlaka selam verirdi. Bana döner bir kelek veya bir salkım üzüm vermemi söylerdi. Bu alışkanlığı hep sürdürdüm. Her gördüğüme tanısam tanımasam selam verdim, gülümsedim. Hep Kerim Ağa’yı yadederek, her çocuğa şaka yaptım, sevdim, hediyeler verdim.

10

Eve gelirken, heybeler çoktan yarıya inmiş, nerdeyse boşalmış olurdu. Böyle yapardık ki, yarın yine gidebilelim. Herkes uyandığında biz iki-üç saattir yollarda olduğumuzdan acıkmış olurduk. Sabahları keyifli yemek yemeyi, dedemden öğrendik. Sabahın ilk saatlerinde erişte, hatta mangalda et bile yerdim, hala da yiyebiliyorum.

Evin girişi kocaman bir kapı idi. Yan komşu… Babaannemin akrabaları…Onlara “öte-çeri” veya “öte içeri” veya “öteki ceri” denirdi. Öteki erkeğin evi veya öteki ev, öteki içeri gibi anlam taşırdı. Girişte ahır bile ikiye bölünmüştü. Bizim bir ineğimiz, bir atımız, onlarca da tavuğumuz vardı. İnekten anlamazdım, yaklaşamazdım, yalnızca uzaktan babaannemin süt sağmasını izlerdim. Bir keresinde dedem inek sağarken helkede süt seviyesi, ineğin memesine her dokunuşunda yükselince, ben de dedeme “Ben de sütü çoğaltabilir miyim?” demişim. Annemin anlatışıyla pipimi çıkarıp, helkeye sütün içine işemeye başlamışım, dedem de “çoğalt oğlum, sen de çoğalt” diyormuş, annem, babaannem bağırıp çağırınca parmağıyla onlara “sus” işareti yapar, sonra sütü döker, helkeyi de kalaylatır, “çocuğun hevesine engel olmayın” dermiş. At öyle değildi, boynunun altına girer, göğsünü severdim. Başını yukarı aşağı sallamasından onun da keyiflendiğini anlar, ben de mutlu olurdum. Sabahları beni tarla veya bağa götürseler de, dönüşüme kadar kimse yumurtaları toplamaz, benim dönüşümü beklerlerdi. Ben gelince kümesin içine girer, üç, beş yumurta toplardım. On-onbeş günde bir de yağ yapılırdı. Birkaç gün süt toplanır, yoğurt yapılır, yayık denilen iki tarafında kulpları olan, anfora gibi bir kaba ayran doldurulur, ağzı da bir deri ile kapatılırdı. Babaannem bunu yerdeki minderin üzerine koyar, dizlerinin arasında ileri geri sallardı. Bu işlem yarım saat, bir saat sürerdi. Bazen bunu iş bitmek üzere iken, bana yaptırırlardı. Sonra deride, kenarlarda

11

biriken yağ kolayca açılır ve toplanırdı. Bu yağ ile bir yumurta yapılırdı ki, o lezzetin tarifi mümkün değildir.

Evin girişinde ilk oda oturma odası idi, bu odada pencereler oda içinde cumbalıydı. Benim boyum yetmezdi ama, duvarlar benden saklanmış eşyalarla dolu sergenlerle çevriliydi. Birkaç yerde gaz lambası için boşluk ve bir duvarda da büyükçe bir ocak vardı. Kapının hemen solunda bir kiler dolabı, yorgan, yastık yüklüğü, gusülhane (banyo) dizilmişti. Dışarıdan bunlar ahşap dolaplar gibi görünürdü. Ben bu banyoda yıkanmaya bayılırdım, ama kendim yıkanamadığımdan kapı açık olunca, kilim, minder ıslanır, her yer batar çıkardı. Ocak da yandığında çok keyifli olurdu. Bir gün atımız doğurdu, benim yatağımın yanına kilim serildi, dedem kucağında tayı odaya getirdi. Öyle güzeldi ki, ayağa kalkamıyor, kalkıyor, düşüyor, tekrar kalkıyor, onu sildiler, yıkadılar, sevdim, öptüm ve annesinin yanına gönderdik. İlk kez bir hayvan yavrusu ile tanışıyordum. Dedem tanıştırmıştı. Bu yüzden atlar hep sıcak oldu, benim için.

Bir koridor ve koridorun yanında üst kata çıkan bir tahta merdiven vardı. Koridorun bitiminde çok hoş bir avlu ortaya çıkardı. Evde su yoktu, babaannem, dedem güğüm ile su taşırlardı. Su musluk yaptırılmış bir teneke kaba doldurulur, el yüz burada yıkanırdı. Tahta avlu zemini, mutfağa doğru 30-40 cm yükselir, 1-1,5 metre genişliğinde tahta bir sedir oluştururdu, nihayetinde de mutfak başlardı. Bu sedirde yemek yenir, yayık yapılır, oturulur, sohbet edilirdi. Mutfağın damı bu sedirin üzerinde devam ettiği için sanki bir sundurma gibi olurdu yağmur yağdığında. Mutfak pencereleri camlı değildi. Sedirin kenarından başlayarak, baklava dilimi kesimini andırır çıtalar bir araya getirilerek, ışık girişi sağlanan ancak, kuş ve kedi giremeyecek bir doku ile kafes gibi ahşaptan örülmüştü. Mutfak benim için öyle büyüktü ki, ocak öyle muhteşem, ateş öyle

12

parlaktı ki, babaannem yemek yaparken, yere yatar onu seyreder, çoğu zaman ocağın sıcaklığından uyur kalırdım. Bazı günler komşu kadınlar mutfağa dolardı, ben de o gün yufka ekmek yapılacağını anlardım. O günün öncesinde tereyağı da yapılmış olurdu. Aç kediler gibi mutfağın ince eşiğinin üzerine oturur, 10 cm genişlikteki bu tahta eşikte kımıldamadan dururdum. İlk yufka ekmek hep benimdi. Yağlanır, peynir konur ve bana verilirdi. Ben bunu yıllar sonra öğrendim, bu Orta Asya’dan bize kalmış bir Türk geleneği imiş, oysa ben çocukluğuma bağlardım. Türkler ilk lokmayı ateşe atarlar, ikinci lokma evin atasının yerine geçecek olan küçük oğlana “Ateş Prensi”ne verilirmiş, Akseki’de ise, ilk lokma bana verilir, ikinci hamur parçası da ateşe atılırdı. O yufkalar boyumu geçer, yükselir, yükselir, genç kadınlardan biri o yufkaları üst katta ki bir odaya taşırdı.

Çok yemek hatırlamıyorum, ama dedeme “Ben et istiyorum” dediğimde, hemen kalkar çarşıya gider ve elinde mendiline sarılı bir et parçası ile dönerdi. Ocak ateşinde hemen bana yapılırdı. Yufka ekmeğini de çok severdim, ama bazen dedemle çarşıya gider, ortadan ikiye bölünecek şekilde tava veya tepside yapılmış, adı “çarşı ekmeği” olan fırın ekmeğini de isterdim. Taze fırın ekmeğiyle tereyağı inanılmaz olurdu, sünger gibi ekmek tereyağını içine çeker, emer, ben ısırırken yanaklarımın kenarından yağlar süzülürdü.

Mutfağın yanı da banyo ve tuvaletti. Mutfakta ısıtılan su, banyodaki kazanlara dökülür soğuk su ile ılıklaştırılır, bir tahta taburenin üzerine oturularak, sabunlanılır, yıkanılırdı. Dökülen su da tahtaların arasından aşağıdaki foseptik çukuruna dökülürdü. Serin günler hariç, bu banyoda yıkanmak dünyanın en büyük keyfiydi, benim için. Tuvalete zor otururdum, tahtadan bir alaturka tuvalet, tahtanın üzerine ayak basacak hafif bir

13

yükseklik, arka tarafta geniş bir delik, öne doğru bir dar aralık, işte tuvalet buydu. Tabi yazın bu dışkı çukuru dolunca, sıcakta biraz da kokardı. Akseki’de “çavlak” diye bir adam vardı, ayağında kocaman bir kısa pantolon, dizleri gözükür, pantalonunu iple bağlardı. Uçkur değil, bu gerçekten kalın bir ipti. Üstü çıplak dolaşırdı, çavlak zaten çıplak demekmiş, o zamanlar bilmezdim. Sanki tarzandı. Çarşıda caminin yanındaki küçük pazar yerinde veya işi yoksa duvarın üzerinde bulunurdu. Küçük olduğum için dev gibi gözükürdü diyeceğim ama gerçekten herkesten kilolu ve uzundu. Bu adam koca tomrukları kaldırır, Orman İdaresinin cipinin tekeri tamir olurken, cipi havaya kaldırır, tutardı. Açıkınca çiğ patlıcan, kabak yer, domatesleri bütün bütün ağzına atardı. Ben de çarşıya gidince onun karşısına oturur, onu seyrederdim. İşte o çavlak isimli adam (ki çavlak ismi değildi) gelir, soyunur, çırılçıplak tuvaletin çukuruna girer, dışkıyı kürekle çukurdan dışarı atar, sonra orada yıkanır, verilen yemeği yer ve parasını alır giderdi.

Bu çukurdan 10-15m uzakta dedemin kovanları vardı. Dedem bir maske takar ve arıları dumanla kovalardı ki, ben anlardım, bal geliyor. 20 cm çapında daire şeklinde ballar olurdu. Fenni veya suni bal laflarını ortaokul sıralarında duydum. Bal, dedemin balı gibi olur, kurabiye gibi. Hala bal alırken hiç aldanmam, hiçbir balcı beni kandıramaz! Ben balı hemen tanırım! Kerim Ağa’nın getirdiği petekler ve tattır, bal.

Tahta merdivenden üst kata çıkınca, tahtadan büyük bir meydan ortaya çıkar, çatıda kocaman tomruklar tavanı tutar, yerde sarıya boyanmış tahtalar. Merdivenin solunda aşağıdaki avlunun hemen üzerine yükselen bir cumba, bütün vadiyi gö- rürdü. Pek oturulmazdı, ama evin balkonu gibiydi. Evin içinde, evin balkonu; çok hoş bir yerdi. Merdivenin sonunda sağdaki kapı misafir odası idi. Buraya dedem çok önemli misafiri olursa

14

çıkardı. Kimse burayı kullanmazdı. Sedirler, minderler bembeyaz dantel ve oya ile süslüydü. Mesela hakimin hanımı veya öğretmen hanım veya orman müdürü geldi, o zamanlar açılırdı bu oda. Sünnet yatağım da burada kurulmuştu. Bunun karşısında bir büyük boşluktan sonra bir oda daha vardı. Kiler gibiydi, yufka, bulgur, nohut, erzak saklanırdı. Yanında bir küçük oda daha vardı, oradan bir kapak açıldığında aşağıya saman, kuru ot dökülürdü, öyle hatırlıyorum.

Misafir odasına Ahmet dayımın girişi, eve elektrik gelmiş

Tüm odalarda ahşap dolaplar gibi kiler, yüklük ve gusülhane vardı, tavanlar da tahta işlemeli idi, bazen yere sırt üstü yatar, saatlerce tavandaki tahta işlemeleri izlerdim. Simetriyi takip ederdim. Ahşap ile dostluğum herhalde bu evden kaynaklanmıştır.

Annemin babası, Mehmet dedemin otobüsü varmış, ama benim çocukluğumda ortağına bırakmıştı. Dedeme “Şoför Hafız” derlerdi. Hem Kur-an’dan, hem de son teknolojiden anlaması bugün bile bana tuhaf gelir. Lakabı bile tuhaftı… Bugünkü ha- fızlara hiç benzemiyordu. Annem ve yengemler hep birlikte otu- rur, başörtüsü bilmez, erkeklerle birlikte yaşam sürerlerdi. Babaannem yalnızca kuyuya su çekmeye gittiğinde beyaz bir çarşaf örterdi. Dedem Şoför Hafız’la çok karşılaşmazdık, o daima

15

Kerim Elibol oğlundan ilk torunu (ben), Mehmet Arısoy oğlundan ilk torunu (Emine) ile birlikte (9,4,1955) sırasıyla; Annem, Babam, ben Kerim ağanın kucağında, en küçük dayım Nevzat, İlhan dayı, Havva yengem, Emine Mehmet dedenin kucağında

yollarda olurdu. Kerim dede kasketiyle nasıl fakirlik ve garibanlığını simgeliyorsa, Mehmet dedemin de şoför şapkası, bu küçük kasabada onun varlıklılığını gösterdi. Kahverengi fotörünün alnına değen iç tarafı yağlanmış olurdu, ancak şapka dışarıdan çok pahalı ve ihtişamlı gözükürdü. Mehmet dedem bizim evde olduğunda tek hatırladığım, bir gün bizde kalması, ertesi gün bir yere gidiyor olması idi. Birlikte gidecek isek, bizlerden önce kapı önünde hazır olurdu. Bu hazır durum yaklaşık iki saat öncesinde başlardı. Büyük dayım Muzaffer hastanede ve Saim Dayım da Orman İdaresi’nde şofördü. Bu yüzden onları da pek görmezdim. Onlar benim dünyamda, bazı akşamları evlerine gittiğimizde yer tutardı. Gündüzleri yalnızca Kerim Ağa benim arkadaşımdı.

16

İlerleyen yıllarda ortaokula kadar her yaz Akseki’ye geleceğim. O zamanlar jean pantolon lafı yok, onun yerine “kot” denilirdi. “Venüs” ve “Raf” marka spor ayakkabıları var, bunları öyle herkes alamazdı. Bu yazlık giysilerim okul kapanınca alınır ve beni Konya otobüsüne koyarlardı. Otobüs garajı Etlik’te bugünkü Gülhane Hastanesi’nin orada idi. Beni dayılarım Konya’da karşılar otobüsten alırlardı.5-6 saat olan Ankara-Konya yolculuğunu pek sevmezdim. Ancak ertesi günü sabah 07:00de Akseki otobüsünün önüne bir demir çubuk sokulur, çevrilir ve otobüs çalışırdı ya, işte o ses benim, dedeme gideceğimin işaretiydi, ona bayılırdım.

Akseki’ye gitmek için Ankara’dan, Konya’ya gider, bir gece dayımlarda kalır, sabah 07:00’de kalkan, günde bir defa olan Akseki otobüsüne binerdim. Otobüs, öğlen saatlerinde Beyşehir’de olurdu. Otobüsün şoförleri beni tanır “Yiv övün Kerim Ağa’nın torunu” derlerdi. Molada yanlarında lokantaya götürürler, yemek ısmarlarlardı. Ben Beyşehir denildiğinde, etli domates dolma, pilav ve yoğurt hatırlarım, bir yıl bunu bekler, tatile gidişte, bu yemeği özlemle yerdim. Hep aynı yemek, hep aynı lokanta. Yemekten sonra yolculuk yeniden başlar, bu kez dağlar, virajlar, orman, çam ağaçları, uçurumlar 4-5 saat daha yol sürer biz akşamüzeri yani yaklaşık 10 saatte Akseki’ye varırdık. Bugün bu yol 2,5-3 saat sürüyor. Virajı dönüp de Boğaz Mahallesi’nden Akseki’ye bakınca, kuş olurdum, uçardım. Ne valizim, ne annem, ne babam aklımda kalır, onlar da uçar giderdi. Otobüsün başında hemen Kerim Ağa ile kucaklaşırdım.

Arkadaşım, dostum, sırdaşım, dedem Kerim Ağa. Onun beline sarılışım ve onun nasırlı çatlak ellerini kafamın üzerine koyması, birlikte yürüyüşümüz… Taşlardan sekerek, eve gidişimiz… Onun yanımda olduğunda tarla ve toprak kokan bedeni ile birlikte oluşum…Unutulmaz.

17

Çocukluğumun ilk zamanlarında, su olmadığı gibi, elektrik de yoktu. Gaz lambasının kokusuna karışmış patlamış mısır kokusu, gecelerin tek anısı. Badem ve kuru üzüm tek kuruyemiş. Bahçede ve bağda badem ağaçları var. Dedemle tahtanın veya örsün üzerinde bademleri dik tutularak, çekiçle kırışımızın, bademi tek tek yiyişimizin keyfini, bugün hangi kuruyemişçi satıyor?

Kerim Dedem ben doğmadan ayakkabıcıymış, ayakkabı tamircisi. Sandıkta sakladığı malzemelerini hep hayranlıkla seyrederdim. Kocaman sandığını açıp, badem kırmak için çekici çıkarmak istediğinde, kesiciler, mıhlar, deri parçalarını karıştırmaya bayılırdım.

Birkaç yaz sonra babam, dedeme “elektrik aldı”, ben öyle bilirdim. Akşamları erkenden uyuyup, erkenden kalktığımız için elektriği Akseki’de aramazdım. Ancak dayımlarda elektrik olduğundan bazı akşamlar el feneri ile dayımlara gidip, elektrik ışığında iki saat sohbet ederdik. Uzunyol denilen, Akseki’nin yamaç evlerinin düzlüğe indiği yerde bir jeneratör vardı. Bu jeneratör hava karardığında iki saat için çalışırdı. Bazı evlere elektrik verirdi. Jeneratör bir evin içinde saklı idi, bahçesinde bir soğutma havuzu vardı. Bazen oyun yerimiz orası olurdu, çünkü havuz yüzlerce kurbağa ile dolu idi. Dayımların evinin yanında idi. Öyle gürültülü çalışırdı ki, eğer dayımlarda isem, jeneratörün çalışmaya başlamasından 10-15 dakika sonra elektriğin geleceğini anlardık. Elektriğin anlamı ev ziyaretleri, misafirlik değildi. Misafirlik gaz lambası ile olurdu. Jeneratörün gürültüsü, sinema veya tiyatroya gidilmeyi hatırlatırdı. Para verir miydik? Parasını büyüklerden mi alırlardı? Hiç hatırlamam. Ön 4-5 sıra daima çocukların, arka 4-5 sırada kadınların olurdu. Burası belki aslında nikah salonu idi, ancak ben orayı sinema veya tiyatro salonu diye bilirim. Ayrıca ilk okula başladığımda, orada bir müsamere düzenlenecek, ben de küçük bir rol alacaktım. Gündüz elektrik

18

hiç olmazdı. Hiç bir evde su tesisatı yoktu. Elektrik tesisatı da çok az evde vardı. Ben de istedim. Babam da dedemin evine elektrik hattı çektirdi. “Elektrik aldı” bu demekti. Bu elektrik en büyük lüksümüz olmuştu. Onu takip eden yaz da eve radyo alındı. Radyo kimse ellemesin diye rafta dururdu, “Iskra” marka idi, gözü yeşildi. Elektrik verilince radyo kendiliğinden açılır, 3- 5 dakika sonra ortadaki o yeşil göz parlamaya başlar, yemyeşil olur ve radyo dinlenirdi. Dedem de, babaannem de radyoyu duyunca hep babama, anneme dua ederler, döner beni öperlerdi. Sanki radyo bir ibadet aracına dönüşmüştü. Doğruydu, çünkü herkesin radyosunun olmadığını biliyordum.

Babam elektroniğe çok meraklı idi, yıllar sonra 1959’da bu kez bize makaralı teyp almıştı, mikrofonu vardı. Dedemler bize Ankara’ya geldiklerinde, onların seslerini bu teybe kaydetmişti. Kız kardeşim Nazan’la dedem camide iken teybi açar, dedemin konuşmasını çalardık, babaannem de “Kerim mi geldi?” dediğinde gülmekten yerlere yatardık. Dedem, zamanla teybe alıştı. Yıl 1969 olmalı Barış Manço’nun “Dağlar Dağlar” adlı bir parçası var. Evde yalnız olduğumuzda bana bu parçayı çaldırır, koltukta hüzünlenir, muhtemelen Genç, Kale aklına düşerdi. O yıllarda ölümü beklediğine tanık olduk.

1968 yılında babam Rusya’dan “Ambassador” marka 5 mm’lik film makinası almış, Gençlik Parkı ve Hayvanat Bahçesinde dedem ile babaannemi filme çekmişti, evde duvarda oynattığımızda, akılları çıkmıştı. Hele filmi geri sarınca, babaannem tövbelere ve dualara başlayıp, odayı terk etmişti.

Dedemin okuma yazması yoktu. Ankara’ya geldiğinde okuma yazması olan cami arkadaşlarından utanmış, otobüslere, troleybüslere binemeyince “Nadir bana okuma-yazma öğret, bir gazete okuyayım, bir otobüsün adını okuyayım” demişti. Ona

19

yakınları ara sıra özellikle kızıp bağırdığında “Kürt Kerim” derlerdi. Oysa, o Kürtçe bilmediği gibi, Türkçeyi de okuyup yazamazdı. Dedeme kardeşim Nazan’la birlikte okuma öğrettik. 5-10 ders oldu olmadı, eline gazete almaya başladı. Önce harf harf, sonra kelimeler, cümleler dökülüverdi ağzından. 50-55 vardı yaşı. Dedem Akseki’de başka türlü yürüyordu, artık. Yolda, sokakta, tabela, çerçeve okuyor, gazeteden söz ediyordu.

Yaz tatilleri, çocukluğum böyle keyifli ve mutlu geçti. Ben büyüdüm. Ankara’da Bahçelievler Cami Durağında oturuyoruz, yeni modalar başladı. Artık köye, dedelere gitme yok, ilk kez denizden, Erdek’ten, Akçakoca’dan söz ediliyor. 1965 yılı beşinci sınıfta Akseki’ye gitmedim. Babam bizi Bayındırlık Bakanlığı’nın Gemlik’teki kampına götürdü, İstanbul’dan amcam bizlere mayo gönderdi. Tatil dönüşü öğretmenim Necibe Üstünel “kim tatile gitti?” diye sorduğunda herkes elini kaldırdı, “kim denize gitti?” dediğinde bir tek ben kaldırdım. “Arkadaşlarına deniz tatilini anlat bakalım” demişti.

Ben onlara deniz tatilini anlattım, ama Akseki bitti. Şimdi bana, Dedemi ve Akseki’yi anlatmak düştü. Çünkü kim köyü biliyor dediğimde, çocuklarımdan hiç biri elini kaldıramamıştı.

Comments are closed.