Kadıköy Hatırası


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

İpsala’da 14:00’de olacağım, 15:30’da İstanbul’a geri dönmek üzere tekrar yola çıkacağım, 18:30’da İstanbul’da deniz otobüsünde, 19:00 Kadıköy’de, 20:00’de Sabiha Gökçen’de olacağım, 21:00’de uçacağım, 22:00 Esenboğa’dayım, 22:30 şehirdeyim, 23:00 evdeyim demiştim.

15 dakika ile başlayan gecikmeler, 30 dakika ve ardından da 40 dakikalara vardı, uçak kaçtı.

Otobüs olur mu? Derken ancak otobüs sabah 08:30’da oldu, Kadıköy’de bir otel bulmak ve yatıp uyumak bize farz oldu. Otel rezervasyonları Kadıköy rıhtıma yakın bir otel olsun arayışlarıyla Marist Otel bulundu.

Kadıköy’de sahilde bir iki dükkan ve taksiciden sorduktan sonra, tanıyan ve bilenin olmadığı bu üç yıldızlı otel, beni dün geceki telaşa düşürdü. Dün Dila Otel’i ararken, ara sokakların küçük apartmandan bozma otellerini görünce düştüğüm hayal kırıklığı, çok iyi bir otelle giderilmiş, derin ve keyifli bir uyku beni mutlu etmişti.

Bu kez otelimi bir otele sormak yolunu denedim. Oteli bilmiyordu, komşu otel. Eyvah ki, ne eyvah! İkinci denemem otelcinin ilgisi sonucu isabet kaydetti. Otel ismi, mahallesi, sokağı derken sevinçle resepsiyondaki başını  kaldırdı; “Abi, buldum. Bizim otelin kapısından çıkınca sağa yukarı doğru çık. Bizim sokak ile üçüncü sokağa, sağa dön, oteliniz o sokakta. Nuzhet bey sokağı idi, değil mi?” Hem bir sevinç var, hem bir telaş, çanta elde sokağı bakınca, ikinci derken üçüncü apartman (7m cepheli) Marist Otel. 4 katlı bir bina, cephesi kadar geniş kapısı sağa sola açılmış, lobide iki koltuk karşılıklı konulmuş, birinin üstünde televizyon var, resepsiyon 1,5 m, yanında 3 basamaklı merdiven ile asansör ve katlara çıkıyoruz.

Resepsiyon’daki çocuktan rezervasyonumu bildirerek, oda istiyorum. Hiç bakmadan bir oda veriyor “404”. O sırada bir delikanlı iki çay getiriyor, “biri bana mı?” diyerek sesleniyorum. Bakışları safca bana kendi çayını uzatıyor, küçük fincanda 3 veya 4 çift kesme şeker var, şekerleri geri veriyorum, gözleri dışarı çıkıyor, “nasıl şekersiz  içilir” der gibi. Çayımı içerken soruyorum “sokağın diğer başı da sahile mi iniyor?” amacım sohbet etmek. “Abi ben sucuyum, abimi görmeye geldim, buraları bilmiyorum” diyor. Aklıma Adnan Binyazar’ın “Masalını Yitiren Dev”deki iki kardeş geliyor. Meğer odayı veren ağabeyi imiş. Rezervasyonumda da (booking formunda) Neslihan yazıyor. Herhalde odayı ayıranın ismi diyorum. 28 Euro oda ücreti, “çok iyi otelde ancak bu kadar eder” diyorum.

Çay içerken, Murat abi dedikleri 25-26 yaşlarında Kadıköy’ün çakalı sayılacak bir oğlan içeri giriyor, masaya oturup “hoş geldin abi” dediğinde, bunun esas oğlan olduğunu anlıyorum. Ben de lafa gireceğim ya “delikanlı sakin bir oda istiyorum, çok yorgunum” diyorum, çünkü odada tereddütüm oldu. “Nerden geliyorsun abi? Ne iş yapıyorsun?” derken; “abi rahat edersin, sessiz odadır, çünkü penceresi yok” demesin mi? Gözlerim dışarı çıktı. “Nasıl? Odada pencere yok mu? Nasıl oda yahu?” dememle “değiştirelim abi”ye ben de “değiştir ben uyuyamam” dedim. Oda 401 oldu. Ardından abi 40.-TL fark olacak demesin mi? Ulan bunlar bizi kerize mi alıyor ? Falan aklımdan geçiyor. Ancak yapacak bir şey yok. 28 Euro’yu 80.-TL olarak kredi kartı ödemişiz, bir 40.-TL daha veriyoruz, oldu 42 Euro.

Doğru odanın yolunu tutuyorum. Sucunun abisi 4 üncü katta 401 nolu odayı açıyor. Ohh! Çok iyi küçük ama temiz ve yeni, ancak ağır bir koku var, pencereyi açıyoruz. Çok iyi “delikanlı şu 404 nolu penceresiz odayı aç bakayım” derdemez aynı anahtarla 404’ü açıyor. Şaşkınım. 2-2.5 metre genişliğinde 3-3.5 metre uzunluğunda bir kiler odası sanki, duvara dayalı bir yatak, bana Japonların havaalanlarındaki tüp şeklindeki uyku yerlerini hatırlattı önce. Sonra da, şeytani bir tebessümle döndüm, “Neslihan’ın ayırttığı oda bu değil mi?” dedim. Oğlan biraz ürkek “abi ben bilmiyorum” dedi, uzaklaşırken, su sipariş ettim, göz kırptım, gülebildi, eline de üç beş kuruş verdim.

İlk dikkatimi çeken odadaki şehrin gürültüsü idi. Kendi kendime “saat:11:00 oldu, kapat gözlerini” dedim, sızmışım bir fırladım, benim kapı açılıyor, kapıyı göremiyorum, kapı kapanıyor, “kim o?” falan gibi saçma sorular, koridorda çıt yok. Oğlan benim anahtarla 404’ü açtı ya, diğerleri de benimkini rahatlıkla açabilirdi diye düşündüm. Kalktım saate baktım. 02:00,  iyi 3 saat uyumuşum.

Açık pencereden “Abime bir ayran ver” “Abi az pilav alır mısın?” diyen Şırnak Türkçesi ile sokağın yaşadığını fark ettim, ardından “rov” diye geçen bir motor sesi, ardından “İbneee” diye bağırışan sokak lambasının altında kalabalık bir grup, bir kısmının yüzü sokak lambası ile seçilirken, arkası dönükler Kürtçe konuşuyorlar, türkülerin ve sazın sesi sokağı doldurmuş, sokakta eşlik edenler var, şimdi biter artık saat iki oldu diye düşünüyorum. Sanki sokak odanın içinde, yerimden kalkmak istemiyorum, tekrar bakayım diyeceğim ama uykum kaçacak “yat uyu” diyorum, kendime. Kadın sesi, biraz küfürler, bir yerlerine koymalar, sokmalar, çıkarmalar, biraz fazlaca argo, sonrasında yeni nesil cinsel deyimler tebessüm ediyorum, uyu lan!

Yan veya karşı odadan telefon sesi “Tamam abi çıkıyoruz”, anlaşılan bizim karanlık penceresiz odalar saatli kiralanmış, sonra ayak sesleri, öbür odanın telefonu, sonra tekrar telefon, sokakta artık kafalar iyi gülüşmeler, bir kısmını duyamadığım fıkralar, “haha ha!” Tekrar telefon, kapanan kapılar, ulan saat 3 olmuş mudur? Uyu be…

Dalıyor muyum, uyanıyor muyum, uyanık mıyım? Anlamıyorum. “Senin ananı…” “tutma lan” “pezevenk” “abi vurma” “kaçma” “tut a….sına koyacağım” sessizlik. “Bırak ibneyi” ile sakinleşen kapı önü.Oooof!

“Güm” diye bir ses, sabah, devrilmiş çöp varilinde, şişe ayıklandığını sesten anlıyorum. Kalkıyorum “Digital Matbaa”nın ışıkları yanıyor, çalışan bir iki kişi var. Deniz restoranda da ışıklar var. Gelirken görmüştüm bizim otel gibi, daracık bir cephe, içeride sağlı sollu dizilmiş küçük masalar, masalar, masanın yanına da adam alırsanız üç kişilik masa oluyor, masalar sanki 60×60 gibi küçücük ve iki kişilik. Sokağa yakın öndeki iki masada ayrı ayrı oturan iki bayandan birinin göğüs dekoltesi, diğerinin yırtmacı dikkatimi çekmişti. İki çocuk çöpü karıştırıyor, şişeleri şangır şungur arabaya atıyorlar. Çarpışan camların sesi odada yere düşer gibi. 3-5 dakika mı? Yoksa 5-10 dakikamı sürdü bilmem, ayıklama işi bitti.

Penceremin altında bir ses geliyor. İnsan mı? Hayvan mı? Fare tıkırtısı mı? Diyorum. Kocaman iki martı, gurulduyorlar. Saatler sonra, dalmış mıyım “cark, cark, cark” sesi ve kanat çırpışları havanın alaca karanlığının farkına varmama yardım ediyorlar. “Lark, lark” sesi damda kulağıma takılıyor, en üst kattayım, “Caavk, caavk” sesi ile martıların sabahı karşılaması gecemi süsledi. Sonra “çiriyik, caayik” sesleri, otelin ve sokağın sabaha hazırlanmasını işaret etti. Hala sokakta adamlar, kadınlar, kapana kapılar, türkü bardan sesler geliyor. “Ulan bu ne işti?” dedim. Sokak adam dolu. Hızla giden küçük bir otomobilin sesi, ardından çöp arabalarının geri vitese taktıklarında çıkardıkları marş benzeri sesler, düşen plastik çöp kutuları, aman Allahım!

Ben, sokak diye anlatınca, siz de onu sokak sandınız değil mi? Bu sokakta kaldırımların kenarları engellerle sınırlanmış ve sokaktan ancak bir araba geçebiliyor, karşıdan araba gelse bekliyor. Şimdi bu sokağı bir daha düşünün.

Saat 05:30 oldu, sokak sustu çıt yok inanılmaz. Bütün gece 01-02’de beklediğim oldu, gün ağarmıştı. Martı sesleri iyice odaya doluştu. Artık uyumam dedim, bari uzan, dinlen diye kendime komut verdim. “Zıızz, zıızz” sivrisinekler ile tanışıyorum, bir yüzümde, bir elimde, bir ayak parmağımda, ben kapalı gözümü yine martı sesleriyle açıyorum, sinekler martı bağırışlarında hiç korkmuyorlar, belli ki alışkınlar veya tanışlar.

Tuvalete gidiyorum, ışıkla birlikte tuvalette en aşağı 20-30 sivrisinek görüyorum. Sokak martılar olmadığında o kadar sessiz ki, yatakta odadaki sineklerin sesini bile duyabiliyorum, sonra da kendilerini izlemeye başlıyorum, 3-5 tane ama vızıltıları ile etrafımdalar.

Aaa! Bir topuklu ayakkabı sesi tekrar yataktan kalkıyorum, bir genç kız sokaktan aşağı köşeye doğru yürüyor, çalışan biri gibi (akşamdan geceyi bitiren orospular sanıyorum ya) saat 06:30 olmuş. Bu topuklu ayakkabı ile sokak uyandı. Yalnızca bir saat 05:30-06:30 arası koca şehir uyumuştu, tekrar seslenmeler, açılan kepenkler, belediyenin vidanjör gibi bir arabası ile  geceki kirinden kurtulan yıkanan bir sokak.

Bana da yıkanmak düştü. 7 olmadan otelden ayrılmıştım. Sahilde iki adım atayım diye düşünüyorum. Otelci uyuyor, bir başka adam gelmiş, “fatura hazır mı?” diyorum, yüzüme bakıyor. Masada bir kağıt var, üzerinde “booking”in rezervasyonu. Nadir Elibol 47 Euro yazıyor, gece beni Neslihan ile karıştırmışlar, saatlik odalardan birini vermişler, sonra yüzlerindeki şaşkınlığı hatırladım. Düşünsenize birkaç saatlik iş için kravatlı ve valizli bir adam geliyor. İçlerinden “bu adam manyak mı?” demişlerdir. Belki de “adamın çantasında fantezileri vardır” diye düşünmüşlerdir, tebessüm ettim. El yazısı ile “15 TL daha alınacak” yazıyor. “Faturayı adresime gönder.Bir daha böyle boktan işleri görürsem üzerim” dedim. Otelden ayrıldım.

Deniz Restoran’ın yanında Yıldız Bar var, ışıkları sönmüş, sessizliğe ve uykuya geçmiş. Köşede sokak lambasının aydınlattığı yerde Diyarı Keyf diye bir cafe var, oturakları ve küçük masaları toplayıp içeri yığmışlar, gürültünün çoğu ondan geliyordu. Münih Türkü Bar ve Harman Türkü Salonu karşı karşı idiler, gecenin birbirine karışan türküleri, önce kahkahalar ve ardından gelen kavgalar da buradan kaynaklı idi. Hemen sahile doğru inerken, “Pub-Bar” yazan, gece gelirken, “u”sunun bir yanı yanmayan bu bar, yanındaki Deniz Restoran gibi bara dizilmiş karılarıyla dikkatimi çekmişti, şimdi beni uğurluyordu. Bunlar kapanırken, kepenklerini açan Toptaş İşhanı da benim alışkın olmadığım gece hayatıma ve yorgun halime gülüyordu.

Nuzhet bey sokağına döndüm, otelime ve sokağıma selam verdim, matrak olsun diye el salladım. Otelin önünde sucu oğlan duruyordu, o da bana el salladı. O saf dediğim çocuk ta, ardımdan kalkmış, sanki beni uğurluyordu.

Sahile indim. Başka bir hayat başlıyordu. Bunlar, yoldakiler, gece uyuyan, gündüz çalışanlardı. Gececiler 05:30’da uykuya geçmiş, gündüzcüler de 06:30’da çalışmaya başlamıştı.

“Ey koca İstanbul! Sana bir saat dinlenme nasıl yetiyor? Sen,  dinlenmeden 23 saat çalışınca yorulmuyor musun?” dedim.

Otobüs acentasına servis erken geldi, terminale otobüs geç geldi, dünün yarım saat gecikmesini o da yine yaptı, ama İstanbul’dan ayrıldık.

Her şeye rağmen erken veya geçte olsa hayat devam etmeli idi.

Nadir Elibol

11 Haziran 2014

08:45-10:45

Comments are closed.