İlk Ceza


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

BÖLÜM I

CENNETTEN KOVULUŞ

 

Biz Azimuşsan, “Ey Adem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın!” dedik. (Bakara 2-Ayet 35)

 

“Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları cennetten onları çıkardı.”

 

“Bunun üzerine “Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır” dedik” (Bakara 2 – Ayet 36)

 

“Dedik ki, “Hepiniz Cennetten İnin!” (Bakara 2 – Ayet 38)

 

O güne kadar insanoğlu suç nedir, ceza nedir, bilmezdi. Suç işlemezdi ki, ceza  verilsin! Suçsuz mu doğar, suçsuz mu ölürdü bilmem ama, onda suç işlemesini sağlayan şeyin,  aklı veya diğer adıyla akılsızlığı olduğunu düşünürsek, aklını kullanmadığı için suç işleyemediği veya aklını kullanmaya başladığı için de suç işlemeye başladığı düşünülebilir.

 

Cennette suçu işletecek bir gerekçe veya neden de olmamalı ki, o güne kadar, (Adem suç işleyene kadar) hiç suç işlenmemiştir. Öyle sey olur mu? Yoksa Adem’den öncesi mi yoktu? Ademden öncesi de vardı. O Halde, sanırım cennette akıl yoktu. Evet! Evet! Cennette akıl yoktu.

 

Şimdilik insanın o andaki durumuna (akıllı, bilinçli insan demeyelim de) bilinçsiz, hayvandan pek az yükselmiş, hayvanlarla birlikte yabani bitki ve meyve ile beslenerek bir yaşam sürdüren düzeyde bir varlık diyelim. Sanki bu benzetme akla daha uygun gibi geliyor.  Ayrıca konunun bizim bugünkü halimize uygunluğu da pek önemli değil, çünkü tüm dinlere göre bu meyve hikayesindeki, cennetteki insanın akılsız durumuna “masumiyet dönemi” deniliyor, “suçsuzluk dönemi”! ne hoş bir tanım, ne kurnazca, değil mi?

 

İlk cezalandırmanın anısı olarak cennetten çıkarılma akıllarda kalmalı ki, Sümer’den Çin’e, İnka’lardan Samilere kadar yeryüzündeki bu hikaye herkese uygun olsun.

 

Cennet, Tüm dinlerde ve inançlarda ilk insan çiftinin, harikalar yaratan iki ağaç ile olan hikayesi olarak anlatılır. Bu ağaçlardan biri “hayat ağacı”, yani ölümsüzlük iksirini veren ağaç, diğeri ise, “ilim ve fen ağacı” veya “iyiyi ve kötüyü bilme ağacı” olarak anılır ve bu ikinci ağaç, yalnızca yaratan veya yaratanlara mahsus olan “bilme avantajını” meyvesinde korur, diğerlerine, yaratılanlara bu meyve yasaktır.

 

Şimdi bakın ne oldu? İki ağaç unutuldu,  dalda bir elma kaldı. Sonra daldaki elma ile ağaç da unutuldu, Hikayede Havva’nın elindeki Adem’e uzattığı elma kaldı. Çünkü insan akıllandıkca ağaçlara ve arkadaki mekana da bakmaya başladı. Eğer yer, dağlar, taşlar, ağaçlar insana ait yeryüzüne benzerse; bu kez, sorma, soruşturma, merak ve ardından şüphe doğacaktı. İnsanoğlu gelişip, akıllandığı için ortada yalnızca elmayı, yani suç aletini bırakmak gerekti. Biliyor musunuz? O meyve elma bile değildi, alışkanlık sonucu erkek çocuk olsun diye gerdek gecesi Türkler de yastığın altına konulan elma, masallardaki kırmızı şapkalı kızın sepetindeki elma veya pamuk prensesi zehirleyen elma bu hikayeye dahil edilmişti. Biz o hikayelerdeki meyveyi, “hayat ağacı”nın meyvesini mi yemiştik? Yoksa “İyiyi kötüyü bilme ağacı”nın meyvesini mi yemiştik? Cennetten kovulmamıza neden olan hangi ağaçtı? Diye sorsak, meyvenin ne olduğu bulunamayacaktı, zaten biz de ağacı unutup gitmiştik.

 

O meyve yuvarlak değil armudumsu idi. Armuda benzeyen bir şekil, bir sembolizma idi, Sümerde. Armut şekli yeryüzü anlamına gelen bir hiyarolif idi.

 

Sümer Tabletlerine ve Tevrat’a göre; bir insanoğlu Aden bahçesinde bu iki ağaca bakmak ve korumakla görevlendirilmiş; İnsan, doğrudan bahçevanmış; Araya, yılan, Havva vesaire katılmış. Ancak, bunu yapan yine Adem’miş. Meyveyi tatmak isteyen ve tadan da Adem’miş. Yaratana denk olmak ve bilme gücüne sahip olmak istiyormuş, Sümer’de Tanrılar toplanır, (Tevrat’ta da, Elohim, Adonay ve diğerleri insanoğlunun kendilerine denk olunmasını istemezlermiş;) derhal bahçeden bahçıvanın kovulması gerçekleştirir; Yani onun bu yaptığı haddi aşma işinde; bilme yeteneği ve ölümsüzlük gücü kazanıldığından derhal bunu engellemek gerekiyormuş; Kovulma, bir engellenme imiş; İnsan, her şeyi bilemeyecek, kafası şeytan vs. ile karıştırılacak, bildiğini unutacak, unuttuğunu veya bildiğini bazen hatırlayacak, esasta da ölümlü olacakmış. Artık hem kendi geleceği için zahmetle çalışmak zorunda kalacak, hem de ceza olarak sürekli çalışacakmış, ancak, sürekli çalışma; zamanla onun gelişimini ve yükselmesini sağlayacak ve bir gün bu yücelme yeterli düzeyde olunca veya olursa tekrar bahçeye geri alınacakmış, menkıbe bu.

 

Adem, Cennet’te “Bilme Ağacı”ndan meyve aldı ise; bir şeyi  bilmesinden dolayı neden cezalandırılsın? Bilmesinde ne zarar olabilirdi? Demek ki, Adem meyveyi yemeden önce “bilmeme” veya “bilememe” durumunda idi. Konuşmanın başında söylediğimiz gibi bilmiyor, anlamıyor, düşünmüyordu, cennet hali bu idi. Öyleyse demek ki, onun ceza ehliyeti bile yoktu.

 

Peki ağacın orada ne işi vardı? O ağaç ne işe yarıyordu? Ne amaçla dikilmişti? O ağaç kimler için idi? Kimbilir, birileri cennette tıpkı günümüzdeki yönetenler gibi yiyip içiyor, mal mülk ediniyor, alıyor, veriyor, düşünüyor, konuşuyor, diğerleri de, yönetilenler de anlamıyor, yemiyor, içmiyordu.

 

Şimdi bizlere Cennette güzel erkekler ve kadınlar vaad edildiğine göre, birileri orada güzel erkekler ve kadınlarla birlikte oluyor, demektir diğerleri ise, zaten diğerleri oluyordu. İşte vadedilen bu köleler bugün dizilere bakıyor, maç seyrediyor, hamburgeri parmağıyla ağzına ittiriyor, soğuk şekerli gazlı içeceklere bayılıyorlar.

 

Eğer Adem Bilme Ağacı’nın yanındaki “Hayat Ağacı”nın meyvesini de aldı ve yedi  ise, onunda diğerleri gibi artık yaşamının başı ve sonu olmayacaktı, demek ki Adem Cennette de ölümlü idi, meyveyi yiyince ebedi ve ölümsüz olacaktı. Öyleyse Cennetteki diğerlerinin yaşamının başı ve sonu yok mu idi? Yani meyveyi yedikleri için ölümsüz oldular ise, onlar doğmuyorlar, doğurmuyorlar, ölmüyorlar mı idi?(Araf (7), Ayet (20) “(Rabbiniz, sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan men etti)”!

 

Merak ederim! Onlar doğmuyorsa, doğurmuyorsa, çoğalmıyorlar demektir. Onların, meleklerin, ebedi kalanların sayıları demek ki bellidir. Sümer’de onların sayısı Ellidir. Adem’in başı ve sonu varsa, o diğerlerinden değildir. O doğdu ise doğumla başlangıcı vardır, demek ki cennette ayrıca, diğerleri adı altında doğuranlar da vardı.

 

Yoksa meyve yemezken diğerlerinden idi de, Hayat Ağacı meyvesini yediğinde mi cezalandırılıp sonlu ve ölümlü oldu? Öyle değilse başlangıcı, yani doğumu varsa, onu doğuran nerede idi? Cennette doğma, doğurulma yoksa, ebedilerin yanında Adem ve Havva’nın ne  işi vardır? Onların yanında ebedi ve onlarla ise, Hayat Ağacı’nın meyvesine ne gerek vardı? Zaten cennette herkes ölümsüz, zaten her şey sonsuz değil mi idi? Yaşamlarında, herkes bu meyveden yiyerek mi ölümsüzlüğünü sürdürüyordu? Zaten herkes ölümsüz ise, bu ağaca ne gerek vardı?

 

Bence, Hayat Ağacının yasak olması, cennette ölümlülerin de olduğunu gösteriyor. Demek ki cennette hem ölümlü, hem de ölümsüzler var, bugünkü yönetilen ve yönetenler gibi. Ölümsüzler, ölümlüler de ölümsüzlüğe ulaşmasın istiyor.

Yasak meyveleri yemek ile, iki sonuç doğuyor. Birinde ölümlü ölümsüz oluyor, ikincisinde yasak meyve ile akılsız olan aklımı kullanmaya başlıyor. Kölelikten, cehaletten kurtuluyor. Demek ki bugün bizlerin ölümlü olması ve aklımızı kullanamamamız hep cennetten kaynaklanıyor. Yoksa! Adem de önce ölümsüz idi de, cezalandırılarak ölümlü mü oldu? Yoksa akılsız idi de, aklını kullanmıyordu da, akıllandı veya aklını kullanmaya başladı? Evet! Aklımızı kullanmamız  bu, ilk suçun sonunda verilen cezadan kaynaklanmıştı? Bugün tekrar cennette yaşama vaadi de, bu aptallığımızı sürdürmemize, yeryüzünde itaat etmemize bağlanmıştır.

 

O halde cennete geri dönebilmek ve bu yeryüzü cezasından kurtulabilmek için, cennette aklın olup olmadığını, varsa onun kullanılıp kullanılmadığını veya kullanmak gerekip gerekmediğini veya nasıl kullanılması gerektiğini veya nasıl kullanılmadan korunması gerektiğini düşünmek gerekir. Cennette iken; insanda  akıl yoksa veya aklı varken insan aklını kullanamıyorsa meyveyi ısırmakla birlikte aklını birden  kullanabileceğini kendisine sorması veya düşebilmesi nasıl mümkün olmuştu?

 

Kutsal kitaplar bu boşluğu başlangıçta söylediğimiz gibi kolayca doldurmuşlar. Cennette yaşayan insan “Masumiyet Dönemi”nde aklını, duygusunu ve düşüncesini kullanamaz halde iken, “yaşam ağacı” ve “iyi ve kötüyü bilme ağacı”ndan meyveyi  yiyince, hem kendi varlığını, hem diğerlerini fark etmeye başlamış, hem de aniden düşünebilir olmuş. Hikaye budur.

 

Öncelerinde verilen talimat ve konulan kuralları aklı olmadığı halde, ölümlüler bunu birebir uygularken; itaat eder ve haddi aşmaz iken; bilme ağacından dolayı artık sorgular olmuş, dolayısıyla kendinde Tanrıya denkliğe aramaya ve ona eş koşmaya başlamıştır. Dinleri oluşturan ruhban ve yönetenler, yeryüzündeki itaat etmek, boyun eğmek ve haddi aşmamanın temellerini, bu cennet hikayesi ile böyle atmışlardır. Görülen o ki, sorgularsan şansını kaybedersin, cennet hayal olur!

 

Tanrı gibi olma isteği, Tanrı katında “ilk suç” olarak düşünülmüştür. İlk suçun ilk cezası da dünyaya sınırlı zamanla (yaşam kadar) bedene hapsedilerek sürgün edilme olmuştur. Ancak Tanrının kurallarına tekrar uymayı öğrenir veya uymaya başlarsa, yani haddini bilirse, yine cennetin kapısının Ademlere açılacağı kulağımıza söylenmiştir. İlk suç ve dolayısıyla ilk ceza kutsal kitapların hepsinde böyle dile getirilmiştir.

 

Gerçekten, bu haddi aşma veya denkliği düşünme, eş koşma, insanın ilk suçu mudur? Daha önce cennette hiç suç yok mudur? Bilemem ama, “ilk ceza”nın “cennetten kovulma” olduğunu düşünüyorum. Bu ceza ile zavallı insan, cennetteki ebedi yaşamını kaybetmiş ve bedenli haline getirilmiştir. Bedene bürünmesiyle de, beyniyle, dünyada tehlikelerden habersiz ya bir uçurumun kenarından zıplayıp karşıya geçerim demeye başlamış, kısa yoldan ölümle tanışmış, ya da bir aslanın boynuna sarılıp onu öldürmeye çalışmış, ancak onun pençe ve dişleri arasında can vermiştir. Veyahut başka bir insanın elindeki eti almaya çalışmış ve dalaşma sırasında kafasına inen taş veya karnına saplanan sivri kemikle hayatını kaybetmiştir.  Böylece bedenli ve ölümlü yaşamla birlikte yaşamayı da öğrenmeye başlamıştır. Çitin üzerinden atlayarak, ağıldan başkasının koyununu almak veya başka birinin mağarasına girerek onun karılarından birini saçından sürüyerek götürmek eyleminin de bir cezasının olacağını ve mutlaka cezalandırılacağını, ancak yaşandıkça öğrenebilecektir. Dolayısıyla “Bilme Ağacı”nın çok faydasını görmüştür. Kaybettiği ebedi yaşamından çok, yeryüzünde yaşananlar ve yaptıkları artık hep akılda kalmıştır. Yeryüzü, geldiği cennete pek benzememektedir. “Akılsız cennet yaşamı” anlatılardan dolayı yeryüzünde özlenir haldedir. İşte bazıları sürü olmaya, yönetilmeye, aptal olmaya bu nedenle razıdır. Yeryüzünde iken, cennet hayalleriyle yanıp tutuşmaktadırlar ve yönetenler de bu durumdan çok memmundurlar.

 

Onun Dünya yaşamında öğrendiği tek şey her suçun bir cezası olduğu, ilk cezaların da hep ölümlü olduğudur. Cennetten kovuluş hikayesi de, ebedi yaşamın sona erdirilmesi ile yeryüzünde belirli süre sonunda yaşamın ölümle sonlanması cezası şekilde hikayeye dahil edilmiştir, bu da insanın aklına çok uymuştur.

 

Unutmamak gerekirse, insana verilen ceza zaten koyunların sahibi tarafından çalınırken veya kadının kocası tarafından yakalandıkları anda uygulamıştır. Zamanla bu gözlemler sonucu, ağıla habersiz girme veya başkasının genç karısını kaçırma eylemleri diğerlerine de bir  şekilde hatırlatma olmuş, sık sık bu hatırlatılması ve bu eylemlerin cezasız kalmayacağı insanın beynine kazınmıştır. O eylemi yaparsan, “ölürsün” veya “öldürülürsün”e dönüşmüştür. Cennetten kovulma hikayesinde “öleceksin” sözcüğü bunun için tekrarlanmıştır. Bunun için çok inandırıcıdır.

 

Bugün insanın her suçundan sonra, bir ceza oluşması; bu cennetten kovulma süreci ve hikayesini hafızalarımızda kolayca canlandırmakta ve mevcut kayıttan dolayı, bize çok doğal gelmektedir. Geçmişte bu dünyada yaşamını kaybederek, gerçekleşen cezalar sonrasında, ancak tecrübe ile yaşamı gözlemleyen zavallı insan, cezasını önlemeyi de tecrübeyle öğrenmiştir, ilk ceza hariç.

 

Başlangıçta cennetten kovulan bu ilk insanlar ve onları takip edenler, Cennetteki bu eylemin suç olduğunu bilmiyorlardı. Cennet’ten kovulduklarında bile bilmiyorlardı. Çünkü, onlarda cennette iken akıl ve düşünce yoktu, eski yaşananları hatırlayamazlardı. Hem yeryüzüne gönderildiğinde artık delikanlı idi, çocukluğunu unutmuştu. Zaten cennette onlara bu işin cezasının olacağı da söylenmemişti, yalnızca yasaklanmıştı. Hem Cennette okuyacağı kutsal kitaplar da yoktu!

 

Aklı olmadığı belli, akıllı insan, cezası olan işi yapar mı? Zaten Adem ve ardılları hiç yaptıklarını hatırlamadılar. Ancak verilen “dünya sürgünü cezası” ile suç işlediklerini yeryüzüne geldiklerinde fark etmişler, yaptıklarının suç olduğu ve cezasının da ölüm olduğunu o zaman öğrenmişlerdi.

 

İşte! Sahibimiz olan Tanrı’nın konumu ve gücü Cennetten kovulma hikayemiz ve yaşamın sonunda ölümlü olma haline getirilmemiz bu “aklını kullanmak” ve “haddini aşmak”, “ona denk olduğunu düşünmek suçu”; ölümlü olmayla, cennetten, ebedi hayattan kovulma ile cezalandırılma ile gösterilmiştir.

 

 

BÖLÜM II

SÜMER’DE, CENNETTEN KOVULUŞ

 

Şimdi, Kutsal kitaplardaki Adem ile Havva’nın öyküsünü, (ilk cezalandırma öyküsünü) Samuel Noah Kramer’in 1946 yılında, American Schools of Reserach’un müze temsilcisi olarak İstanbul Arkeoloji Müzesi çivi yazılı belgeler arşivinde araştırmacı olarak bulunduğu dönem de, 15×18.5 ebatlarında 6 sutünlü bir tabletle (güzel bir mitolojik hikaye ile) karşılaşıyor. Kramer bilindigi gibi Tevrat’a yabancı değil, Tevrat onun kutsal kitabı ve tabletin adını “İnanna ve Sukallituda: Bahçıvan’ın Ölüm Cezası” koyuyor.

 

Sukallituda yıldızlı göğün doğusuna ve batısına bakmış, bahçeye geniş yapraklı “Sarbatu” ağaçlarını dikmiş, sonra tüm bitkiler onun gölgesinde yeşermeye başlamış, bir gün tanrıça İnanna göğü ve yeryüzünü dolaşıp, bahçeye uğradığında, yorgunluktan uyuya kalmış, bahçıvan onun derin uykusundan yararlanıp, ona tecavüz etmiş, sabah olunca Tanrıça İnanna şaşkınlıkla durumunu görmüş, kendisini utanmazca kullanan ölümlüyü bulmaya karar vermiş, hemen armaya başlamış, ancak bulamamış öfkesi ile Sümer’e üç felaket getirmiş. Su kuyuları kanla dolmuş, hurma ağaçları ve bağlar kanla kaplanmış, sonra yıkıcı rüzgar ve fırtınaları ülkeye salmış, üçüncü felaketi söylerken, (kırık olan tabletten burası okunamamış) İnanna, bahçıvanı bulamayınca Eride şehrindeki bilgelik tanrısı Enki’ye giderek yardım istemiştir.

 

Tablette şöyle diyor :

“Kutsal fahişe yorgunluk içinde bahçeye yaklaştı, hemen uykuya daldı. Sukallituda bahçesinin köşesinden onu gördü… tecavüz etti ona, onu öptü, bahçenin köşesine döndü, şafak attı, güneş doğdu, İnanna korku ile etrafına baktı… Fakat onunla yatanı o bulamadı.”

 

Kaderleri tayin eden “Yedi Tanrılar” ile büyük tanrılar olarak nitelendirilen “Elli Tanrı” durumdan haberdar oldu.

 

İnanna, sonradan güzeller güzeli Venüs tanrıçası olmuştur. Yunandaki Afrodit, Roma’daki Venüs onun kopyalarıdır. Güneş Tanrısı Utu ile birlikte Venüs tanrıçası İnanna, Ay tanrısının (SIN) çocuklarıdır. Anaları (SİN) ve büyük anneleri (Ninlil)de biraz cilvelidirler, tıpkı torun İnanna gibi. Havva mı onlardan, onlar mı Havva’dan emanettir? Bilmem!

 

1952 yılında Oriental Institute ve müzesinin desteğiyle Nippur şehrinde bulunan bir başka tablette bakın ne diyor:

Büyük büyükanne “Nunbarsegunu” genç güzel kızı “Ninlil”i, büyük tanrı Enlil ile başgöz etmek ister.

“Berrak derede, kız yıkan, berrak derede Enlil görecek seni.

Seni kucaklayacak, öpecektir seni”

Ninlil kıvanç içinde annesinin sözünü tutar ve

“Saf suda kadın yıkandı, saf suda.

Büyük dağ, baba Enlil, gördü onu,

Bey kıza gel yatalım dedi, o istemedi.

Benim dölyolum çok ufak, birleşmeyi bilmez

Benim dudaklarım çok küçük, öpmeyi bilmez”

Ancak, Enlil su kenarında gezerken Ninlil’e zorla tecavüz eder, Ninlil, İnanna’nın anneannesidir. Anneanne Ninlil, İnanna’nın annesi Sin’e büyük tanrı Enlil’den böyle hamile kalır.

 

Tanrılar; Onların kralları olmasına rağmen Enlil’in bu ahlaka uygun olmayan, “HADDİ AŞAN İLİŞKİSİNE”  kızın istemediği bu ilişkiye, kızarlar ve şehirden Enlil’i kovarlar.

 

“Enlil Kiur’a (Nintil’in özel tapınağı) yürüdü

Enlil Kiur’a yürüyünce

Büyük tanrılar, onların ellisi

Kader tanrıları, onların yedisi

Enlil’i yakaladılar (şöyle diyerek)

 

Enlil, ahlaksız biri, defol şehirden,

 

Nunamnir (Enlil’in bir özelliği) defol şehirden.”

 

Bu şehir “GÜNEŞİN DOĞDUĞU YERDEKİ GÖK ve YER DAĞI”dır. Bu yerden Enlil, yer altına başka bir yere gönderilmiştir. Yer altı dünyasının nehrine doğru gitmiştir. Kapkaranlık bir dünyaya kovulmuştur.

 

Görüldüğü gibi aranan bahçıvan (Sukallituda) ile kovulan tanrı (Enlil) Sümerlerde pek fark etmiyor. Tanrılar insan ailelerine benzetiliyor. Ölümsüz de olsalar hasta oluyorlar, yaralanıyorlar, tecavüz ediyor veya ediliyorlar. Çoluk çocukla yaşıyorlar.

 

Bu iki ayrı hikaye, bize Mısır ve Yunan aracılığıyla taşınmış, Sümer’de kayığın adamı, yeraltının bekçisi, Hades’te Charon oluvermiş, Tevrat’ta Sheol olmuş, ölülerin ruhunu taşıyan kayıkçı Charon bize Azrail olarak gelivermiş.

 

Hikayeler birbirine karışmıştır.

 

Aden bahçesinin bahçıvanı Sukallituda; tanrıça İnanna’ya rızası olmadan uykuda tecavüz etmiş ve bulunamamıştı, Tanrı Enlil’i de  rızası olmadan Ninlil’e tecavüz etmişti. Tecavüzden dolayı Tanrılarca şehirden kovulmuştu. Birbirine karışan bu hikayeler, Babil’e sürgüne gelen İbranilerin aklında böyle kaldı. Babil’de hem bu hikayeleri, hem de yazıyı öğrendiler. Sonra kitaplarında Bereşit’te, Perek 2-3’de Pasuk 8 (insan) Pasuk 9 (kadına verilen lanet) Pasuk 10 (adama verilen lanet) Pasuk 11 (kovuluş) bölümlerinde benzer hikayeleri onlarda tekrarladılar. Diğerleri de onlardan duydular.

 

Şimdi bir küçük tablete daha göz atalım:

 

Nippur’da 1934 yılında gün ışığına çıkarılmış ve bugün Louvre Müzesi’nde bulunuyor. İnsanın yaradılışı ve iki tanrının onlar için dünyaya gönderilişi anlatılıyor.

 

Siz benzerliği kendiniz bulacak ve kendi kitabınızda bu hikayelerin yerini arayacaksınız!

 

Büyük Tanrıları yaratan, doğuran anne Ninhursag, oğlu bilgelik tanrısı Enki’ye dişi tanrıların ekmek bulmaktaki güçlüğünü anlatıp, onlara hizmet edecek yaratıklar yapmasını ister. Şimdi onun hikayesini görelim :

 

“Ey oğlum yatağından kalk… bilgini kullan,

Tanrılara iş yapacak yaratıklara şekil ver,

Onlar kendilerini iki misli çoğaltsınlar.”

 

Enki kolları sıvıyor ve ap suyunun derinlerindeki çamuru yoğurmaya başlıyor, “iyi ve prens” gibi şekiller yapıyor.

 

“Ey annem, ismini vereceğin yaratık oldu,

Onun üzerine tanrıların görüntüsünü koy,

Dipsiz suyun çamurunun özünü karıştır,

İyi ve prens gibi şekilleri çamurla sık,

Kol ve bacakları meydana getir.

Ninmah (yeryüzünün ana tanrıçası) …yanında olacak şekil verirken,

Ey annem, onun (yeni doğanın) kaderini kararla,

Ninmah onun üzerine tanrıların görüntüsünü koyacak,

O “bir insan”

 

Bu insanların yapılması şerefine ziyafet veriliyor. 6 adet değişik tip yapılıyor, dördü hiçbir hayatiyet gösteremiyor, ikisi ile anlaşabiliyorlar, ama bunlardan biri kısır bir kadın oluyor, diğerinin de cinsiyeti unutuluyor. Yaratma başarısız oluyor. Enki’de birkaç yaratık daha hazırlıyor. Ancak bunlarda vücutça ve ruhça güçsüz  oluyorlar, konuşamıyor, verilen ekmeği alamıyor, oturamıyor, ayakta duramıyor ve dizlerini bükemiyorlar.

“İlk yaratılan insan,

Onlar ekmek yemeği bilmiyorlardı.

Elbise giymeyi bilmiyorlardı.

Koyunlar gibi ağızlarıyla otları yediler.

Suyu hendekten içiyorlardı.

O günlerde, tanrıların yaratma odasında,

Onların DUKU evinde Lahar ve Aşnan biçimlendi.

Aşnan ve Lahar’ın ürettiklerini

DUKU’nun Anunnaki’leri yediler, fakat doymadılar.

İnsana soluk verildi”

 

O gün Enki, Enlil’e dedi ki;

 

“Enlil baba, Lahar ve Aşnan’ı

DUKU’da yaratılanları

DUKU’dan bırakalım insinler”

“LAHAR ağılda duran,

Bir çobandır o, sürüsünü çoğaltan,

AŞNAN, ekinler arasında duran,

Bir genç kızdır o, kibar ve cömert olan

Gökten gelen bolluğu

Lahar ve Aşnan indirdiler yeryüzüne.”

 

Konu ekmek yapmak olunca, ekim ve hasat için devreye tahıl tanrıçası “Aşnan” (dişi-Havva) girdi, davar tanrısı “Lahar” (Erkek-Adem) hikayeye dahil oldu.

 

Hikayede Lahar ile Aşnan DUKU’da (cennet mi?) yaratılıyorlar ve DUKU’dan yeryüzüne indiriliyorlar, bir hikayede güçlü çoban ile cömert genç kız, diğer hikayede bahçıvan Sukallituda ve güzeller güzeli İnanna, başka bir hikayede kendini Adem’e cömertçe teslim eden Havva.

 

Lahar ve Aşnan çok şarap içtiklerinden tarlada ve çiftlikte sürekli kavga ederlerdi. Her biri kendi yaptıklarını överdi, diğerini küçümserdi. Tıpkı Tevrat’ta ve Kur’an da “birbirinize artık düşman olarak, cennetten yeryüzüne inin” denildiği gibi (Bakara (2) ayet (36) ve Araf (7) Sure (24), Bereşit; Yaratılış 2 Perek (6.gün) Posuk (26-29))

 

Adem ve Havva’nın hikayesinde “yeryüzüne inin” “iyiyi ve kötüyü bilme ağacının meyvesini yemeyi” artık siz düşünün, birbirine düşman oluşlarını hatırlayın, cennette (Aden Bahçesinde) çıplaklığını ve cinselliğini bilmeyen, birbirinin farkında olmayan Adem ile Havva’nın birbirini öğrenmesi ile beraber oluşlarını, Adem’in Havva’yı fark edişini, Sukalllituda’nın İnanna’ya tecavüz edişini, Enlil’in Ninlil’in onun rızası olmadan dar döl yoluna sahip olmasını, dolayısıyla haddini aşmasını,  kral bile olsa, Tanrıların onu şehirden, Nippur’dan kovmasını siz gözünüzde canlandırın! Siz de İbraniler gibi hikayeleri birbirine karıştırdınız değil mi?

 

Ayrıca, Sümerler (şehirden) cennetten kovulmayı bizim gibi kötü anmıyorlardı. Her yıl krallar; bu olaydan sonra bereket ve aşk tanrısı olarak hatırlanacak İnanna’yı anmak, Sukallituda ve Enlil yerine kendilerini koymak, bereketli tohumlarını güzel dişilerin döl yoluna ekmek için bir kutsal rahibe (bakire) ile evlenirler ve onunla birlikte olurlardı. Finikeliler, Persler, Galatlar ve Helen’lerle bu hikayeler, törenlerle Anadolu’ya kadar geldi. Didim Tapınağı bunun en ünlüsü, Brankhid rahipler, beyler, krala her yıl kutsal bakire bağışlarlardı. Yıllarca böyle sürdü, gitti. Hikayeleri Anadolu’da bize kaldı.

 

En doğrusu, bu hikayeleri anlatmaktansa, doğrudan İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne gitmektir. Sümer, Akat, Babil, Asur ve sonra Mezopotomya’da kitaplarda yazılanları, mucize olarak bildiklerimizi yanımıza alarak hatırımızda tutmaktır.

 

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde “Iasos mermerleri” salonunda (ilk giriş) II. ASSURNAZİRPAL, hayat ağacı önünde, ayaktaki cinler ile birlikte duruyor. Nimrut’ta bulunan (MÖ 883-859) bu kabartma da Hayat ağacının meyvesini kopardı, koparacak, Dıngır (Tanrı) Klasik asur piktografı ile gökyüzündedir. Ağacın dalından koparacağı meyvede küçük bir amerikan futbol topu gibi, armudumsu göze benzer şekildedir. Onu görenler, benim gibi bir meyve motifi zannedebilirler, oysa o “KL” yani yeryüzünü sembolize eden bir çivi yazısı figürü idi. MÖ 3330 yıllarında piktograf çivi yazısında yatay bir şekli varmış, kabartmanın yapıldığı MÖ 700’lerde ise dikey bir şekilde gösterilmiş, ağacın dalından meyve koparılıyor, o meyve değil, “yeryüzü” yani “yeryüzüne gidiş” anlatılıyor. Bizim Asur Kralı II.ASSURNAZİRPAL kendini Enlil’e mi benzetmek istemiş, yoksa bizim Adem’e mi bilemem. Ancak yeryüzüne kovulanın, yeryüzünde ölümlü biri olduğunu anlatılmak isteniliyor. Kabartma, Ademi mi anlatıyor? Yasak meyveyi mi? Yeryüzüne gönderilişi mi? Yoksa ilk cezayı mı? Onu artık siz düşünün!

 

 

BÖLÜM III

KUTSAL KİTAPLARDA CENNETTEN KOVULUŞ

 

Şimdi bu kadar hoş Cennet’ten kovuluş hikayelerden sonra anlatımı güç olan, insanın evrim sürecini anlatıp iyice yorulmayalım. Evrimi bir yana bırakalım ve böyle bir evrim yokmuş gibi ve cennetten kovulmanın doğru olduğunu kutsal kitaplardaki gibi ilk ceza ile dünya yaşamının başladığını, hop diye aniden dünya yaşamının Adem ve Havva ile başladığını düşünelim. Dünya yaşamının insan için ceza olarak başladığını kabul edelim :

 

İlk ceza, yasak meyvenin yenilmesi üzerine verilmiştir. Kutsal kitaplar böyle söylediği için ben de böyle demekteyim. Oysa ceza verilmemiş, “elma” sembolizmasıyla, yeryüzünde bedenli yaratıklar olarak ayağa kalkan bir hayvanın bedeninde insanın şekillendirilmesi söz konusu olmuştur. Bir “frekans değişikliği” veya bir “manyetik paralel alan” bu işi başlatmış veya gerçekleştirmiş olmalıdır. Belki cennet ve yeryüzündeki yer ve mekan aynıdır, ama bu cezalandırma ve büyük bir değişim ile farklı düzeyde gerçekleşmiş olabilir.

 

Cennette işlenen suç, Tanrı’nın koyduğu kural ve yasaklara insanın uymaması ve istenilmeden, Tanrılar gibi düşünmeye başlanılması olmalıdır. Aklıyla ve aklınca kendisinin Tanrı’ya denkliğini fark edip, yeni ve değişken kurallara aklıyla uyma çabasına insanın girmesidir.

 

Ancak, elmayı ısırır ısırmaz hem Havva’nın, hem de kendinin farkına varan Adem, onunla birlikte gönderildiği dünyada, terk ettiği cennetteki ölümsüz yaşamı tekrar elde etmek için cinsel ilişki ile kendilerinden doğacak çocuklarıyla kendi ölümsüzlüğünü sürdürebileceğini düşünmeye başlamıştır. Neslinin devamı ve böylece ölümsüzlüğü elde edebileceği hep aklında tutmuş, bu nedenle, bu kez aklı hep cinsellikte kalmıştır. Hep bu ayıp yerler ve cinsellik yüzünden, Cennet’ten kovulduğumuz veya yeryüzünün dışında bir yerde yaratılıp yaşatıldığımız ve oradan (cennetten) kovulduk.

 

Kur’an-ı Kerim Bakara Suresi’nde “kovuluş” şöyle anlatılıyor :

 

Taha (20) Suresi 117-123 nolu ayetlerde de;

“(117) “Biz de “Ey Adem” demiştik. “Hiç şüphesiz ki bu (İblis) senin de eşinin de düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra zahmet çekersiniz.”

(118) “Çünkü, senin acıkmaman, çıplak kalmaman ancak oradadır (cennettedir)”

(119) “Ve sen orada (cennette) susamayacaksın, güneşte yanmayacaksın”

(120) “ Nihayet şeytan onu vesveselendirdi. “Ey Adem, seni ebedilik ağacına, bir de son bulmayacak saltanata (ulaştırmaya) delalet edeyim mi?” dedi.

(121) “Bunun üzerine ikisi de bundan yediler. Hemen ayıp yerleri açılıverdi (kendilerine göründü) Üzerlerine cennet yaprağını örtmeye başladılar. Adem Rabbine karşı geldi diye şaşırıp kaldı”

(123) “Allah şöyle buyurdu : “Birbirinize düşman olarak hepinizin oradan (cennetten) geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa işte o, sapıklığa düşmez ve ahrette bedbaht olmaz.”

 

Araf (7) Suresi 19-20-21-22-23-24-25-26 nci ayetlerde de;

“(19) (Allah buyurdu ki) : Ey Adem! Sen ve eşin cenette yerleşin, dilediğiniz yerden (bol bol) yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, sonra zalimlerden olursunuz.

(20) Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve Rabbiniz, sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan men’etti, başka bir sebepten değil” dedi.

(21) Ve onlara “Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim” diye yemin etti.

(22) Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini taddıklarında çirkin yerleri avret mahalleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara : “Ben sizi o ağaçtan men’-etmedim mi ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi?” diye nida etti.

(23) (Ademle eşi) dediler ki : Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.

(24) Allah buyurdu : Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır.

(25) “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız” dedi.

(26) Ey Adem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi)”

 

Bu durumu Tevrat’ta biraz farklı, biraz çelişik, Bereşit; Perek (2) Pasuk (8) “İnsan”, Perek (3) pasuk (9) “kadına verilen lanet” ve Perek (3) Posuk (10) “Adem’e verilen lanet” ile Perek (3) Pasuk (11)  “kovuluş”ta ise şöyle anlatılıyor:

 

“Hiçbir yabani bitki henüz bitmemişti… Yeryüzünden bir sis yükseldi ve toprağın tüm yüzeyini suladı. Tanrı adamı toprağın tozundan şekillendirdi ve burun deliklerine bir yaşam nefesi üfledi. İnsan böylece yaşayan bir canlı haline geldi.” (Bereşit Yaratılış; Perek(2) Pasuk (8) İnsan)

 

Tanrı, bu dönemde hem Adonay, hem de Elohim olarak adlandırılıyor. Elohim tanrının kesin yargı niteliğini, kararlığını, yaratıcılığını ifade ederken, Adonay, tanrının efendi, merhametli yönünü göstermektedir. Kovuluşta Adonay önem taşımaktadır. Yani Tanrı yeryüzünde Adem’i yaratırken ve diğerlerine örnek olmasın diye bahçeden kovarken  kararlı ve bilge Elahim oluyor. (Perek 11(kovuluş) Pasuk 23)

 

Sonra da merhametle TORA, Bereşit, Perek 8 (İnsan) Pasuk 24;

“Bu sebeple bir erkek, babasını ve annesini bırakıp eşiyle birleşmelidir ve tek vücut haline gelmelidirler” diyerek onların birleşmelerine, zevk almalarına yeryüzünde izin vermiştir. Onları sevdiği için onlara yeryüzünü armağan etmiş, sizin cennetiniz burada olsun demiştir. Adonay yanıyla da onlara merhamet etmiş, onların çoğalmasına izin vermiştir. “Adem, eşi Havva’yı bildi. Havva hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu ve “Tanrı ile birlikte bir insan edindim” dedi” (Peresit, Perek 12(kavin ve evel) Pasuk 1)

 

“Tanrı adamın derin bir bilinçsizlik durumuna düşmesini sağladı (cennette herkes hep öyledir) ve adam uyudu. Tanrı adamın kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapadı. Tanrı adamdan aldığı kaburga kemiğini bir kadın şeklinde inşa etti ve onu adama getirdi. Adam, “şimdi bu, kanım ve canımdır. İsmi kadın (Nisa) olsun, çünkü adamdan (iş) alındı” dedi. Bu sebeple bir erkek, babasını ve annesini bırakıp eşiyle birleşmeli ve tek vücut haline gelmelidir. Adam ve eşi ikisi de çıplaktılar ancak bu durumdan utanmıyorlardı.” (Bereşit: Yaratılış Perek 2(8) İnsan, Pasuk (21-25))

 

Bahçede herkes zevk ve şehvet içinde yaşıyor o da bahçeye bakıyor ve bahçeyi koruyor, ama zevk ona hiç uğramıyordu. Seyrettiklerini aklın süzgecinden geçirerek tercihini yaptı, bu yüzden Adem elmayı yedi, Havva’yı fark etti.

 

“Kadın ağacın yemeye uygun, gözler için arzu uyandırıcı olduğunu ve ağacın zeka elde etme konusunda çekici olduğunu gördü. Meyvesinden aldı ve yedi. Kendisiyle birlikte kocasına da verdi ve adam da yedi.” “İkisinin de gözleri açıldı ve çıplak olduklarını anladılar.” (Bereşit Yaratılış İnsan Perek (3), Posuk (6-7))

 

Onun avdet yerini hayretle gördü ve düşündü: Aden Bahçesi’nde kimse çoğalmıyor, yalnızca zevk alıyorlar ve ölümsüzler kendisi de artık zevk alacak ve ölümsüz olacak. Hem bilme ağacının, hem hayat ağacının meyvelerini ısırdılar.

 

“Yılan kadına “kesinlikle ölmezsiniz!” dedi.

“Aslında Tanrı ondan yediğiniz gün gözlerinizin açılacağını ve Tanrı gibi, iyiyi ve kötüyü tanır hale geleceğinizi biliyor” (Bereşit Yaratılış Perek (3), Pasuk (4-5)) deniliyordu. Yalan da değil, Tanrı onlara yer yemez zehirlenecek ve öleceksiniz demiyordu ki, “Ondan yediğin gün, kesinlikle öleceksin” Perek 3 Pasuk (8) İnsan (17)  diyordu. Yani ölümlü bedenli olacaksın demek istiyordu. Bunu derken, o an değil, o andan sonra artık öleceksin, ölümlü olacaksın demek istiyordu. Yoksa Tanrı yalancı, kandıran durumunda olurdu.

 

Tanrı yalan söylemez, buna ihtiyacı yoktur. Tanrı “…sen ondan topraktan alınmıştın, çünkü tozsun sen ve toza geri döneceksin” diyordu. Yani elmayı yiyip gözü açılınca, tanrı gibi onun ruhundan üflenen ruhuyla cennettekiler ve yanındakiler gibi olunca, artık ona getirilecek engel ve ceza kalmıyordu. O artık Tanrıdandı ve ölümsüzdü. (Araf (7) Sure 20: “Rabbiniz, sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan men etti.)

 

Oysa Kur’an’da bu merhametli Tanrı değil affetmeyen, merhametsiz Tanrı, Adem’i cezalandıran ve cennetten kovan, Cennette yaratılan Adem’in cennetten dünyaya indiren Tanrı anlatılıyordu.

 

Tora’da, Tanrı Adem’i dünya toprağının tozundan yaratmakta ve dünyadaki “Aden bahçesi”nden kovmaktadır.

 

Tevrat’ta insanın dünyada yaratılması, Kur’an da ise insanın cennette yaratılması söz konusudur.

 

Bitkileri insandan önce yetiştiren de Tanrıdır. Tevrat’ta, Tanrı yetiştirdiği bitkileri geliştirsin diye insanı yaratmıştır, Adem dünya bahçesinde yaratılmıştır. “Adamı toprağın tozu” şeklindeki anlatımı, İbranice “Adama” kelimesinden “toprağın” anlamından geliştirilmiştir. İbranice “adom” kırmızı, “dam” kan demektir. İnsan kırmızı kandan şekillendirilmiştir diye anlatılır.

 

Anlaşılması zorda olsa, Kur’an cennette yaşamakta olan Adem’in kovuluşunu anlatırken, Tevrat, dünyada şekillendirilen Adem’in Aden bahçesinden kovuluşunu anlatmaktadır.

 

Araf Suresi (7) Ayet 24-25:

“Allah buyurdu : “Birbirinize düşman olarak inin. Siz yeryüzünde bir süre için yerleşip geçineceksiniz” “Allah buyurdu : “Orada yaşar, orada ölür ve orada dirilirsiniz:” Adem ile Havva bu kadar ağır cezayı hakketmemişlerdi. Birbirleriyle sevişmeleri, elmayı yedikten sonra dünden farklı olarak zevk almaları sonucu, bu kadar ağır bir ceza olmamalıydı.

 

Cennetten kovulma da, yeryüzünde yaşamaya zorlanma, orada ölme ve tekrar orada dirilme anlatılıyor. Ne oldu? Hani! Biz tekrar cennete kabul edilecektik. Orada iyi insan olursak ölümden sonra keyifli ve ebedi bir yaşam bizi bekliyordu. Demek ki ölünce de dünyada olacağız, dirilsek te dünyada kalacağız.

 

Tevrat şöyle devam ediyor;

“Tanrı, Eden’de doğuya doğru bir bahçe dikti. Şekillendirmiş olduğu adamı oraya yerleştirdi. Tanrı görüntüsü zevk veren ve yemeye uygun olan her türlü ağacın ve aralarında bahçenin ortasında “yaşam ağacı”nın ve ayrıca “iyi ve kötüyü Bilme Ağacı”nın topraktan bitmesini sağladı…”    (Bereşit Yaratılış Perek(2) İnsan, Pasuk (8-9))

 

Tanrı adamı bahçe dışında yaratmıştır. Adam dünyada yetişen diken ve çalıları görürken, Tanrı, yağmuru bekleyen  bitkileri yeşertmemiş, adamın yakarması ve dua etmesi ile yağmuru yağdırmış, bitkileri yeşertmiştir. Ayrıca onun bu yakarışı ve “kulluğu” üzerine, onu kendisi için hazırladığı bahçeye yerleştirmiştir. İnsanı yaratmaktaki amacı bahçesini işlemesi ve korumasıdır. (Bereşit:Yaratılış Perek (2-8) İnsan, Pasuk (15))

 

Tevrat Ademi yeryüzünde ama Aden Bahçesi dışında yaratırken, Kur’an  Bakara ve Araf  Sureleri’nde, Adem’i Cennet’te yaratıldı diyordu.

 

Fatr Suresi (35) Ayet :

“(11) Allah sizi önce topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek, dişi) kıldı. Bir dişinin gebe kalması ve doğruması hep onun bilgisiyledir. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır.

(31) Kitaptan sana vahyettiğimiz, kendinden önceki semavi kitapları doğrulayıcı olarak gelen gerçektir.

(33) Onların mukafatı içine girecekleri Aden cennetleridir. Zira orada altın  bilezikler takarlar ve incilerle süslenirler. Orada giyecekleri elbiseleri de ipektir.” Diyor.

 

Tevratın Aden Bahçesi, bu kez Kur’an da Aden cennetleri oluveriyor.

 

Peki, Tevrat kovulma işini nasıl anlatıyor?

 

“Tanrı adamı aldı ve hem işlemesi, kem de koruması için onu Eden Bahçesi’ne yerleştirdi. Tanrı adama bir emir verdi ve “bahçenin tüm ağaçlarından serbestçe yiyebilirsin” dedi. Ancak iyi ve kötüyü bilme ağacından yeme, çünkü ondan yediğin gün, kesinlikle öleceksin.”(Bereşit Yaratılış Perek (2:8) insan, Pasuk (16-17))

 

 

BÖLÜM IV

CENNET’TEN KOVULMADIM

 

Bakın! Tevrat’ta; Tanrı Adem’i Kur’an’daki gibi cennetten kovmuyor. Kendisi için yaptığı Eden bahçesine onu  önce bahçıvan, bekçi yapıyor. Adam’ın burnuna tanrısal ruhtan üfleyerek ona cana vermesi sonucunda, Adam ne yapacak? Aynı Tanrı gibi düşünmeye başlayacak değil mi? Tanrısal ruh ile ilk aklına gelen nedir? Neden “iyi ve kötüyü bilme ağacı”nın meyvesi yasaklandı?” “Yenirse ne olur?” soruları aklına gelir değil mi?

 

Hem bu ağaçların görüntüsü bile insana zevk vermektedir. Zevk tabii ki Adem’in de merak ettiği bir şeydir. Ayrıca Tanrısal bir özelliktir, çünkü Tanrı Adem’e kendi ruhundan üflemiştir. İbranice’de “EDEN” kelimesi “zevk ve sevinç” demek değil mi? Demek ki bu bahçe zevk ve sefa için yapılmış, Tanrı kendine zevk bahçesi yapmış, ama Adem ise, zevki tanımıyor. Yalnızca bahçeyi işliyor, koruyor, söyleneni yapıyor, Tanrıya itaat ediyor, zevk almak ne demek bilmiyor, başka bir yarar, çıkar gözetemiyor, çünkü düşünemiyor. Tanrı’nın kendi içinden üflendiği anda, Adem’in aklı devrede olacak, ancak şifresi meyveyi yeme ile açıklanacaktı. Demek ki Tanrı buna izin vermiyor ve sınırlıyordu. Bu duruma, Adem’in yaptıklarına hep Tanrı sebep oluyordu. Adem iyi ve kötüyü bilme ağacının meyvesini yedi ve “değişti”, “haddini aştı”, “Havva’yı fark etti”, “zevk aldı” diyerek, Adem suçlanıyor. Ne yapsın Adem? Zevki merak ediyor, aklını kullanmaya karar vererek, meyveyi yemeyi amaçlıyor. Hiç meyve yemek, cezalık bir durum olabilir mi?  Zaten cennette düşünemiyor ki. Hem  küçük bir elmada günah olabilir mi? Kötü bir şey olsa Tanrı bu ağacı oraya diker mi? Diye şeytan onu dürtüyor, kurcalıyor.

 

Tanrı, Adem’in ölümlü, sonlu olmasına ancak dolaylı olarak kendisi gibi olmasına  karar verdi. Tanrı yarattığı insana kendi özelliklerini vermiş, ama bahçede onu kullanmalarını engellemişti, şimdi onlarda bahçede zevk alacak, keyif yapacak, ancak akıllarını kullanınca bu kez kendilerini Tanrı sanacaklardı. Buna engel olması gerekiyordu. Adem ve diğerleri kendilerini Tanrı sanmasınlar ve ölümsüz olmadıklarını düşünsünler diye, onları ölümlü olmakla ve yeryüzünde yaşamakla cezalandırdı.  Bunun adı bahçeden kovulmaktı.

 

Yeryüzü toprağının ölümsüzlüğü ve sürekliliğini sağlanmalıydı, onun eti, kemiği, bedeni tekrar toprağa dönmeli, zevk duygu ve aklı ile sürdürdüğü yaşamı da, toprağa dönüş ile sınırlı olmalıydı. Böylece dünyaya gelen herkes bir süre sonra toprağa geri dönecekti. Tanrı, onu yeryüzünde hapsedecekti, bedenlerde gezdirecek ve tekrar toprakla buluşturacaktı. Sonra uygun görürse ruhunu cennette özgür bırakacaktı. Yoksa dünya çok kalabalık, cennet ise çok tenha olacaktı.

 

“Elmayı yemek” “aklı kullanma”yı remzediyorsa, insan iyiyi de kötüyü de hep kendisi yapıyor demekti. Her şeyi kendi aklı ile oluşturuyor demekti. Tanrısal ruhun üflenmesiyle zaten akıllı oluşmuş, Elma aklın kullanılmasını sağlıyordu. Adem de bundan dolayı haddini aştığından cezalandırılıyordu, oysa onun ne suçu, ne de günahı vardır, cezası da olamazdı.

 

Bahçeyi yapan da Tanrı, demek ki zevk peşinde olan veya kötüyü ve iyiyi bilen de Tanrı. Tanrı yarattığı insana tuzak kurar mı? Hayır! Neden kursun? Kazancı ne? O halde aç gözlülük, zevk, şehvet, bencillik, kıskançlık, tutku, ihtiras, kötü denilen, günah sayılan, yasak olan, suç olan her şey  insan tarafından, Tanrı’nın izniyle yapılmaktadır. Adem düşünememiş, “Benim kabahatim yok, senin yüzünden” diyememiş herhalde, düşünemezdi de. Hepimiz bu yüzden cezalı olmuşuz.

 

İleride pek çok Adem bu meyveyi zevk için ve iyi olduğu için yiyecektir. Kötü olsa, zararlı olsa ikinci Adem veya takip eden Ademler bu elmayı yerler mi idi? Adem hiç kendini zevk bahçesinden (EDEN Bahçesi’nden) kovdurur mu idi ? Demek ki, bir tek kişi ile (yani kitaplarda yazan Adem ile) bu ceza ve cezalandırma işi bitmiştir. Artık bizim kabahatimiz yoktur.

 

İnsanın Tanrısal özellikleri yalnızca “haddini aşmama” ile sınırlandırılmıştır. Artık Adem’den sonrasına, diğerlerine ve bizlere ceza yoktur. Yalnızca kendini bilme vardır. Kendini bilmek haddini aşmak demek değildir.  Kendini bilmek Cennete dönüş hazırlığıdır.

 

“Eden’den bahçeyi sulamak üzere bir nehir aktı. Oradan dört kola ayrıldı… Üçüncü nehrin ismi Hidekel’dir…dördüncü nehir ise Perat’tır” diyor. (Bereşit Yaratılış (2) Perek (8) (insan) Posuk (10-15)

 

Adem ve bizler bu nehirleri tanıyoruz. “Hidekel” Dicle nehridir. “Perat” nehri ise Fırat’tır. Adem “işlemesi ve koruması için” bahçeye yerleştirilmişti ya, zaten nehirler  bahçeyi suluyor, o halde “işlemek” demek “YAPMAK” ve “KORUMAK” şeklinde yorumlanmalı. İnsana Tanrı tarafından aklı vasıtasıyla “yapmak imkanı”, “yapmak becerisi” verilmektedir. Ona yapmama talimatı asla verilmemiştir. O halde, Tanrısal aklını kullananlara yasaklama ve günah yoktur, “yapma” talimatı yoktur.

 

Akılsız insanlar veya aklını kullanmayanlar için ancak “yap” talimatına uyamama durumu sözkonusu olabilecektir. Adem’e Tanrısal ruhun üflenmesi sırasında aklı olmadığı ve meyveyi henüz yemediği için “yapma” talimatı verilmiştir. Tanrı’nın talimatı böyledir. Cezadan hiç söz edilmez, çünkü aklı yoktur ki, cezası olsun. Günümüzde de hukuk, ceza verebilmek için ehliyet arar. Yalnızca artık öleceksin ölümlü olacaksın denilmektedir.

 

Hani Kur’an’da Tanrı Ademle Havva’yı kovuyordu ya, Tevrat’ta Kur’andaki gibi Tanrı’nın yaratıcı ve kararlı Elohim yanı değil, bu kez  Adonay yanı ağır basacak, merhamet edecek ve yalnız başına Adem’in bahçeyi işlemesine ve korumasına karşılık ona acıyıp,  onun yalnızlığına yine bir çare düşünülecektir. Herkes Eden bahçesinde (zevk bahçesinde) yer içer eğlenir, zevk alırken, zavallı Adem yiyip içiyor ama, bahçeden zevk alamıyordu. Adem yaratılırken, ve adı “iş” konulurken, İbranice Eş (yani Ateş) kaynaklı bu isim ona verirlerken; amaçlanan Adem’in ateş kaynaklı şevki, şehveti, hırsı, tutkusu ve istekleridir. Erkekte buna rağmen bir eksiklik olmuştur. Onun zevk ve sevinci için her şeyi tamam, ama onları elde etmesi, duyması için “iyi ve kötüyü bilme ağacı”na meyvesini yemesi gerekmektedir. Adem zevk ve duygularla donatılmış, ancak duyuları yoktur. Onun duyularının açılması gerekmektedir. Rab düşündü ve onun da bahçede zevk alacağı bir şey yaptı. Bence, zevki fark etsin diye de, yasak meyveden söz etti ve bilerek meyveyi ona işaret etti, sakın yeme dedi, bilerek ona yedirdi.

 

Çıplak olduğunu farketmek demek, bilmeye ve anlamaya başlamak, demek ki arzularının uyanması, fark edilmesi idi, zekaları gelişti ve akıllarını kullanır oldular. Artık birbirleriyle olduğunda zevk alacaklardı. Tanrı da öyle diyordu, onların güzelliği karşısında merhamet etmiş “eşiyle birleşmeli ve tek vücut haline gelmeli” diyordu. Yeryüzünde Aden Bahçesindekiler gibi yaşayacaklardı.

 

Bahçe aynı bahçedir ama, bir kısmı hep burada bulunurken, cezalı olan yaratılmışlar, bedenliler, insanlar, bu bahçedeki, cennetteki diğer ölümsüzleri göremeyecek, duyamayacak ve hissedemeyeceklerdir. Yani görmez, duymaz, hissetmezse de kendisinin orada bahçede ve cennette olduklarını anlamayacaklardı. Böyle düşününce bunun adı cezalandırma olacaktır. Hikayemizin adı da “Cennetten Kovulma” olacaktır.

 

Tanrı bu olayda ceza vermiş gibi gözükse de; yarattığını, Adonay gibi merhametle bağışlamıştır. Eden Bahçesi gibi, Tanrılar gibi, insan da, zevk bahçesinde, yeryüzünde zevk ve sefasını sürdürecektir. Aklıyla dilediği gibi yaşamını sürdürecek, ancak bahçede bulunan ölümsüzlerle, bedenli olarak asla bir arada olamayacaktır. Onlar yokmuşcasına yalnızca bedenlilerle birlikte olduğunu sanarak, insanoğlu aynı bahçede oynayacaktır. Ancak beden toprağa döndüğünde, karıştığında, insanın sahibi olan toprak, onu tekrar sahiplendiğinde; Tanrı ve diğerleriyle birlikte olmaları mümkün olabilecektir. Yani ancak ölümle; ilk hallerine, geldikleri yere döneceklerdir.

 

         Diye düşündüm.

 

Topraktan bedenli iken, ölüm tekrar onları doğaya döndürüyordu, ölüm, onları  toprağa döndürüyordu. Diğerleri veya insan, bedenli veya bedensiz hepsi bu gezegende, bu bahçede yine birlikte idiler. O halde kovulmak ne demek idi? Başka bir yer mi vardı ki, cennetten veya dünyadan kovulma oluyordu?

 

Yoksa Tanrı, insanı ceza olarak bedene mi hapsetmişti? İnsan bedende cezasını mı çekiyordu? Tanrı onun frekansını mı değiştirmişti? Aynı yerde diğerleri ile birlikte iken, bedene sokulan insan diğerlerinden ayrılmış  gibi mi oluyordu? Yoksa cennetten kovma, frekansı değiştirme mi idi? Doğanın, toprağın bir parçası veya onun çocuğu olan insan bedenli olmakla mı cezalandırılmıştı?

 

İnsanın ölümsüz ruhu dedikleri yoksa Eden Bahçesi’ndeki hali mi ? Ruh, Tanrı’nın yanında ise yeryüzünde canlıların varolduğu 60 milyon yılda ve insanın var olduğu (bildiğimiz kadarıyla) 11 milyon yılda bedenleri yok olanlar şimdi onun yanında mı? Daniel De Falye hala beste yapıyor mu? Yozgatlı Kurtuluş Savaşı şehidi Ramazan ve İsa’nın dostu, arkadaşı yoldaşı Tarsuslu masalcı Pavlus ve Dokuzlar Şövalyeleri’nden Kudüs Kralı Codefray de Boullion ve İstanbul’un fethinde surlar önünde yağda yanan Merzifonlu yeniçeri Abdullah ve Sicilyalı yazar 6.yüzyılda Straban ve Asur Kralı M.Ö. 880 kendini Adem zanneden II.Assurnazirral hala cennette mi? Onlar bu dünyadan nereye döndüler? Şimdi neredeler? Birbirleriyle nasıl anlaşıyorlar, tanışıyorlar mı? Hala yeryüzündeki gibi akıllılar mı, hala düşünüyor ve yaratıcılar mı?

 

Yoksa hikaye bitti mi?

 

Herkes, her şey, insan ve diğerleri zaten buradalar, farklı düzeyde, farklı konumdalar o kadar.

 

Şimdi sizlere soruyorum, bugün dünyamızda bizler her rengi görüyor ve her sesi duyuyor muyuz? Hayır değil mi? Tıpkı Adem gibiyiz. Bazılarını görüyor, duyuyor, bazılarını göremiyor ve duyamıyoruz.

 

Cennetten gelme de yok, gitmede yok! Bize bedendeki iki göz açılırken, sanırım gören gözümüz kapanıyor,  kafamızdaki iki kulak duyarken, herhalde duyacaklarımız azaltılıyor. Ne kulak, ne göz işe yaramıyor, zorlamayın!

 

Biz Ademler, cezalıyız ama, bahçedekilerden mahrum değiliz. Aklımızı kullanırsak, Tanrı’nın yarattığı her şeyden zevk almasını bilirsek, yasaklamanın bir hikaye, bir kandırmaca olduğunu düşünürsek; burası cennet veya Eden bahçesi olur değil mi?

 

Evet! Aslında burası kitaplardaki Aden bahçesi. Çünkü yer ve zaman, aynı yer ve zaman, hepsi bu dünyada. Tüm kitaplar doğruyu söylüyor. Cennet te, cehennem de, Eden Bahçesi’de burası. Hem Adem, cehennemden değil cennetten kovuldu, o ve ardılları, yani bizler sonradan cehennemi yarattık, buradan başka cennet yok, başka yer de yok.

 

Biz insanlar aynı bahçede toprağa dönüyoruz, ancak bizden doğan çocuklarımız yaşamlarıyla ölümsüzlüğümüzü devam ettiriyor. Bizler çoğalarak bizden sonrakilerle ölümsüz oluyoruz.

 

Toprağı sürüyoruz; “Kadınlar, sizin tarlalarınızdır. Tarlanıza dilediğiniz gibi varın” (Bakara 2 Ayet 23)”

 

Toprağa dönüyoruz; “Siz ikiniz, bu dünyada yaşayacak ve orada toprak olarak kalacaksınız: Bu durum sizin çıktığınız toprağa tekrar dönünceye kadar sürecek, siz dün cennette topraktan yaratılmış insandınız, bugün dünyada yaratılan insan, toprak olacak” (Bereşit (10) – Ademe verilen lanet (17) – Araf (7) Sure (25)

 

Bizim ölenlerimiz geri dirilmez, toprak oldular, Cennete geri gitmiyoruz. Biz çocuklarımızla burada kalıyoruz. Ölünceye kadar da dünyada insanız. Biz her gün daha mükemmeliz, kendimiz kıblemimiz.

 

Kızgınlıkla bilinmeze, bilmediklerinize daha fazla sarılmayın! Boş inançlarınızı savunmayın! Sahiplenmeyin!  Kitaplarınızı anlamaya çalışın. Bilinmeyenleri veya bildiklerinizi neden öğretmiyorsunuz diyordu Sümerler.

 

Nadir Elibol

28 Haziran 2011-Ankara

 

 

K A Y N A K Ç A

 

  • Tarih Sümer’de Başlar, Samuel Nouh Kramer, Çeviren Muazzaz İlmiye Çığ, Türk Tarih Kurumu 1998, Ankara, (348 sf.)
  • TORA, 1.Kitap BEREŞİT, Çeviri ve düzenleme Moşe Farsi, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş., 2002, İstanbul (538 sf.)
  • İncil, Yeni Yaşam Yayınları, 1996, İstanbul (604 sf.)
  • Kur’an-ı Kerim, Dr. Abdullah Mubeşşir Al-Terazi, Kral Fahd Kur’an-ı Kerim baskı kurumu, 1987, Medine, (603 sf.)

Comments are closed.