Galatlar, Yollarda…


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

Evet, Galatlar’ın şimdi Balkanlardan Anadolu’ya geçiş ve oraya yerleşme serüvenine dönelim;

Galatlar, sağlam kültürleriyle Anadolu’ya geçecek, Sakarya-Kızılırmak arasında öncekiler gibi, sonrakilerle kucaklaşacak, şekillenecek ve sonra yolu üzerinde belki şövalyelere yol göstererek, ama haçlıların Kudüs’e geçişinde sessiz duracaklardı. Sonra da Şaman Türklerin yeni öğrendikleri Müslümanlıklarına Anadolu’da kucak açacaklardı.

Doğu Avrupa’da üç boyla ilerlediler, kılıçları kınından çekilmişti, kan dökülüyordu. Druidler kelt dünyasının hemen her yerindeki gerilimi biliyor ve Romalılardan duydukları Asya’nın stepleri için dağları aşıyorlardı.

Tektosag’lar, Tuna Vadisi’ne inmişti.

Bai’ler Bohemya’ya

Belg’ler Belgrad’a varmışlardı.

Özgürlüklerine bir parça dokunulduğunda hemen incilen ve krallarına bile baş kaldıran Keltler; Druid’lerin fikrini almadan hiçbir işe girişmezlerdi. Onlar halk arasından, ancak derin bilgi farklarından dolayı seçilirlerdi. Soyut yorum yapmazlar, gurura kapılmazlardı. Mikrokosmos’a yansıyan Kosmos düzeninin gizlerini ellerinden bulundurdukları söylendiğinden, onların en iyi sihirbaz ve en üstün kahin olduğu anlatılırdı. Druid ustalar o yolculuk günlerinde Kelt spiralini görüyorlardı. Koca yemek kazanlarında, içki çanaklarında, evreni doğuran işaret, spiral gözüküyordu. Bulundukları yer değil, Makedonya, Yunanistan değil, daha uzaklar uzaklar diyorlardı, Anadolu gözüküyordu.

Druid’ler yolculuklarında, gökyüzünde ve göllerin yüzeyinde ardı ardına yedi kez “S” sarma işareti görüyorlardı. Topraktan alevler, şimşekler çıkıyordu,

bu acayip işaretler, Güneş, Ay, şimşek işaretleri, gecenin işaretleri yahut dönen bir Nebula’nın ortasındaki Tanrısal göz, büklüm büklüm yelesi ile atlar, ışık yılanları, haç, bir üçgen içinde göz, iki balığın içine girmeye çabaladığı üç incili ağız, onların gördükleri idi. Kelt halkı delice bir canlılık içinde idi.

Demircilerin gizemli çekiçleri demiri uzun uzun dövdü, Allbann Heffyn “yaz ortası günü” 21 Haziran’da güneşin güç ve etkisinin en yüksek olduğu gün “Albania”dan Arnavutluk’tan, Manastır’a Makedonya’ya yola çıktılar.

Brenn’in ordusunda; Belg’ler sağ kanatları Albania-Manastır-Zagrep’e, sol kanattan da, Rodop dağlarından Selanik üzeri Trakya’ya gireceklerdi.

Boi’ler en yerinde durmaz, en söz anlamaz olanlardı. Bunlar çılgınca dövüşürler, gizli güçleri ellerinde tutarlardı. Bunlara Tolisto-Boi denildi, dönmemek üzere Anadolu’ya gidecekleri için bunlara sonra “ayrılmış boi” de denilecekti.

Tektosaglar da Cerethrios’un yanında idi. Güneydoğu Trakya’ya ineceklerdi. Çanakkale kıyılarına Galliopoli (Gelibolu) yarım adasına yayılacaklardı.

Romalılar, Makedonlar, Grekler şaşırmışlardı. Korkusuzlukları onları yüceltiyor, Keltler toprak ananın çocukları Titan’lardan en son doğanlardı. Belki bugünkü dille şeytanın çocukları idiler. Belki de buz tutmuş ülkelerin cehennem zebanileriydi. Onlara isim bulunmuştu. Horoz gibi çabuk kızan, Apollonun ölümsüzlerin ülkesi Hyperborea’ya bekçi yapılan öfkeli muhafızlara GALLUS : “Horoz” adını vermişlerdi. Zaten rahipleri Druid’lerde insanı olduğu yerde öldüren yıldırım gibi silahlara, fırtınalara, denizlere hakimdi. Sanki bunlar Tanrıların “büyük zeka”larına sahipti. Kimse onlara karşı duramıyordu, artık Anadolu’ya ineceklerdi. Ölümün, özellikle dövüşerek ölmenin mutlu bir olay ve daha iyi bir hayatın da kaynağı olduğuna inanmaları düşmanlarına korku veriyordu.

Apollon’un tapınağına geldiler, geniş paçalı, paturlu adamlar “delphai” Delf Tapınağı’na ulaştılar. Şehre artık Dionysos hakimdi. Ama Apollan, A.pelen, Keltlerin tanrısı Belen gelince, artık Delphai’yi terk etmişti. Druidler, Belen’in kışı geçirdiği Hyperborea kutsal ormanındaki defne ağacının heykeller arasında kaybolup gittiğini görünce çok şaşırdılar. Fahişeler, heykelden, insan vücutları, ünlü yer yarığına açılan Hermes’in merdiveni ve sonundaki yer altı odası ve kutsallar kutsalı ile yontulmuş taşları görünce şaşırdılar.

Keltlere göre, böyle Tanrı, böyle ibadet olamazdı. Bütün Tanrıları yok ettiler ve mabede girdiler, yaktılar, yıktılar. Bir de ne görsünler, defne dalı gibi yer altı yarığında bir su kaynağı; Birden sustular, birden taşlarının üzerinde bulutlar kaplandı, şimşekler çaktı. Galatların korktuğu tek şey vardı; Gökyüzünün başlarına yıkılması, evet! Gökyüzü yıkılıyordu, derhal tapınaktan çekildiler. Delphai’den yağmaladık altınları bölüştüler, ancak Apollon’un öfkesini yatıştırmak için ganimetlerini geri dönenler Toulouse’deki belen tapınağının yakınındaki göle attılar, kahinler böyle emrediyordu, artık yollarına devam edebilirlerdi.

Luthor; Çanakkale’den Anadolu’ya geçmek isterken, yukarıda Leonor’un galatları ise; Bizans’ın zenginliğine kapılmıştı. İçleri rahattı, arkalarında Trakya’da ki kardeşleri Comontor, sessizce onların Anadolu’ya geçişlerini gözlüyordu. Bizansın güzelliğine kapılarak, bugünkü GALATA’ya yerleştiler.

Leonor’un kardeşleri Bithynia’ya İzmit-Adapazarı yoluyla Pontus’a (Trabzon) kadar Gaydaları ile giderken, Luthor’ın yanındakiler ise, Ancyra’ya (Ankara), Kappadokia’ya, Kilikya’ya (Tarsus) İkonya’ya (Konya) uzanacaktı; artık yıl (M.Ö.278) olmuştu. Ve Pontus’a giden “Gayda”, Anadolu’ya hoş geldin, senin adın bizde “tulum” olsun!

Bol pantolon giyen, boyunlarında muskaları asılı bu dev erkek ve kadınlar karşısında, Anadolu’nun yerli halkı dağlara kaçmaya başladı.

Bergama, İzmir, Efes, Tolista-Boi’lerin eline geçmişti. Zenginlikleri talan ettiler, zenginleri yok ettiler. Ama, Druidleri söylediği için tapınaklara, kutsal ormanlara, rahip ve rahibelere dokunmadılar, saygıyla korudular. Helenizme karşı derin bir tepki göstermeye hep hazır olan Anadolu’nun yerli halkı da, bu poturlu tuhaf adamlara “öç alıcı” olarak baktılar, onlara yardım ettiler ve onlara katıldılar. Mısır kralı Ptolemaios ve Romalı Antiochos sıranın Tarsus, Antakya üzerinden Suriye ve Mısır’a geleceğini anlamışlardı. Oysa Galatlar, göklerin en güzeli altında, dünyanın en parlak ülkesinde GALATİKA’da GÜZEL ANADOLUMUZ’da dopdolu bir yaşama başlayacaklardı.

Tektosag’lar da artık bu ülkeyi terk etmeyeceklerdi. Hitit’lerin ve Luvi’lerin uçsuz bucaksız yaylaları, onların Alplerdeki yüksek yerleşimlerini hatırlatıyordu. Trokme’ler önde ilerliyor onlar da yün başlıkları, bilekleri büzgülü kalın yün poturları ile İç Anadolu’nun dağlarını, yaylalarını aşıyorlardı.

Germania’dan, Tuna boylarından, Trakya üzerinden keltler akın akın Galatika’ya geliyor, önce gelen kardeşlerine katılıyorlardı. Galatların bu insan seline Justinus “Bütün asyada bir arı oğulu gibi yayılıyorlar” diyordu.

Artık Anadolu’da Galatların karışmadığı hiçbir önemli olay geçmeyecekti, onlarsız hiç bir olay yaşanmayacaktı.

Boynuzlu, boynuzsuz miğferleri, çivili ayakkabıları ortası çizgili kalkanları, her yanına takıp takıştırdıkları kutsal işaret ve muskalarıyla Anadolu’nun yeni sahipleri idi ve yıl (M.Ö. 260-240) olmuştu.

Pontus kralı, Suriye kralı, Mısır kralı birbirine yardımla Galatlarla ANCYRA’da (Ankara) savaşa giriştiler. Galatlar tabi ki savaşı kazandılar ve Ancyra’ya girdiler. Mısırlı denizcilerin altın çapaları anısına Ankara’ya bu ad verilmişti; Ankara, artık Galatların idi. Yıl M.Ö. 240 olmuştu.

Ancak Bergama Galatlara vergi ödemek istememekteydi. Bergama kralı akıllı Attalos Galatlar’dan korkan askerine cesaret vermek için kurban ettiği hayvanın karnını yararken, karaciğerine zafer yazan “Nikea” mührünü belli etmeden basar, kahinler bunu görünce, şaşkına döner, askerler coşar ve Trokme ve Tolisto-Boi boyu galatları yenerler, geriye çekilen bu iki boy, Tektosağ’larla yeniden Sakarya-Kızılırmak arasında bir araya gelirler, artık bütün boylar, Galat yaylasındadırlar.

Galatlar meşe, gürgen, çam ormanlarına kavuşmuşlardır. Brthynia Karadeniz kıyıların kutsal hayvanları geyikler ve yaban domuzu ile doludur. Bol tane veren geniş arpa ve buğday tarlaları, doğuştan tarımcı, iyi ekmekçi, hayvan yetiştiricisi, et saklama ve kurutma ustası, sucuk ve biraları ile ünlü ve ekmekçi galatlar, bol balıklı “Sangarios” bugünkü Sakarya ile bulanık sulu ve balıksız “Halys” bugünkü Kızılırmak arasında rahattır artık ve güneyde İkonya’da “Tatta” tuz gölü ve kuzeyde karadeniz kıyısı “Olympos” aladağlar ile Galatia’yı oluşturmuşlardı.

Başkent Ancyra ile değerli malların, yolcuların, kervanların yolunu tutuyorlardı, ancak kışkırtıcı büyük dinsel fikirlerin ve en korkunç akınların yolunda idiler. Burası öyle bir yerdi ki; yıllar sonra Mustafa Kemal’e de zaferin yolunu açacaktı.

Burada bölgede Sakarya Kızılırmak arasında bir zamanlar; Hitit’ler ve Luvi’ler yaşamaktaydı. Hint-Avrupa ırklarının akınları sırasında M.Ö. 2000’lerde bu Galat yaylasına, Hititler inerler. Trakya mı yoksa Kafkas’lardan mı gelmişler bilinmez ama, beyaz ırktandırlar, Sami değildirler. M.Ö.4000’lerdeki Sümerler gibi beyaz ırktandır. Bugünkü kalıntılarda görülen, her an gülmeye hazır, sanki konuşkan, cesur ve baş eğmez bu insanlar; aile hayatları, çocukları ve onların yaramazlıklarına ve hatta hayvanlarına tebessümlü ile yaklaşırlardı, Galatlar bu bölgede onlarla pek güzel anlaşacaklardı. Kadınlarının kocalarına bağlılığı, gösterişsiz alçak gönüllülüğü, saygıları, yüksek tepelerde Hattuşaş’taki gibi büyük pencereli ferah şehirleri ile birbirlerine çok yakın olacaklardı. Sanki, Hititlerin inandığı bir ışık cenneti, ölümsüzlük veren kahramanca ve gönüllü ölüm, hoşgörü, adalet, insanın özgürlüğü, sert olmayan kehanete inanış, yerli halkın Galatlar’da gördüğü gözlediği, kendi görüşlerine benzerliği karşısında; her iki halk şaşırıp kalmışlardı.

Aynı bölgeye Sangarios ve Halys arasına Hititlerden sonra Troyalılar, Luviler, Ahayalar, Parhlar’dan sonra “Hava gibi özgür” anlamına gelen “Phryg” Frigler gelecekti. Galatlar bölgeye geldiklerinde karşılaştıkları firglerin eski kalıntılarına “Brig”, “Breg” diyeceklerdi, yani “yollarda dolaşan başı boş düzensiz asker”. Burası Tanrıların anası “Kybele”nin ülkesi idi. İnsanın aşırı özgürlüğünün yaşandığı ve en kötü büyülerin yapıldığı ülke idi. Tolisto-Boi’ler ki; bunlar da Keltlerin en mistik kolu ve gizli şeylere en meraklı olanları idi ki; Bu Frig ülkesine onlar yerleşmişti.

Druid’ler çok dikkatle yerleşik yerli halkı gözlüyorlardı. “Dru-nemeton” dedikleri, yani meşe tapınaklarında, yerli halkın bu anlattıklarını sürekli yorumluyorlardı.

Yerli halkın gözünde ağaç, özellikle yüksek ağaçlar yeri göğe bağlayan bir göbek bağı idi. Yapraklar ve köklerde, Gök Tanrı’nın gücünü yudumluyordu, onlar da tıpkı Galatlar gibi idiler, yerli halkın dağların tepesindeki görkemli kalelerini hemen sevdiler, çünkü onlar da yüksek yerlerde yaşamayı severlerdi. Yerli halk toprağa bağlı ve zanaatkardı, onlar da sapından kolun bütün kuvvetiyle savrulan büyük tırpanları, dört tekerleği demir çemberli step arabaları (Carrus-bugünkü Anadolu’nun at arabaları) tarla sürgüsü, merdane, tahıl çalkamak ve elemek için at kılından elekleri, çocuklarına yaptıkları beşikleri ile hemen yerli halka uyum sağladılar.

Yerli halkın göğe doğru yükselen şimşeği çeken, göğün verdiklerini alan her şeyin kutsallaştırıldığı dikili taşları, yüksek sivri işaretli kayaları, Druidleri yolları üstünde karşılıyordu.

Taşa oyulmuş boğalar ve aslanlarla süslü surlar, iki başlı kartal armaları, stilize edilmiş yaban domuzu ve geyikler, dev savaşçı figürlerini şaşkınlıkla seyretmelerine neden oluyordu.

Göğün altındaki açık hava tapınakları, kapalı tapınaklardan nefret eden, doğaya tutkun Galatları şaşkın ediyordu.

Büyük kayalar arasında gördükleri sivri fallos, erkeklik organları, onların dölleyici tanrısı Belen’in işareti idi.

Frigyalıların ağaçlarla ilgili törenlerini de sevmişlerdi. Keltlerin gözdesi meşe, selvi ve çam, Friglerin Kybele’ye adadığı üç ağaç idi. Kybele onların “dağların hanımı”nı hatırlatıyordu, yamaçlardaki mağaralar, buralardan fışkıran kaynaklar, sanki onların Galya’da peri hanım “Matr” dedikleri, çocukları çoğaltan, koruyan, sürüleri, ürünleri, çiçekleri gözeten, hep iyilik yapan perileri idi.

Hem Kybele, onların anaya, aileye, karılarına duydukları sevgiye de uyuyordu. Hem mısırlılarla da tanışıyorlardı. Tabiat güçlerini bilme isteği, ruhun bir vücuttan başkasına geçişi, bedenin ölümüne rağmen ruhun ölmezliği, onları Mısırlılara da yaklaştırıyordu.

Hani; Attis’in Kybele için erkeklik organını altında kestiği çam ağacı vardı ya, 22 Mart’ta (ilkbahar günü) rahiplerin yönetiminde çamın kesilip tapınağa taşınması ve kozalaklarıyla vücuda kan çıkıncaya kadar vurulması, onları şaşkın etmişti. Onların Alban Eiler “kış bayramı”, günümüzün paskalya günü; yarın Aleviler de bir başka bayramda Hıdır Ellez de çam kesmemeye dönüşecekti. Anadolu’da, ormanlarda yaşayan Tahtacılar olarak anılacak Alevi Türkmenler de erkek çocuğu olan babaya; törenle ulu bir çam ağacının (ardıç) kesilerek kapısının önüne atılması ve sonra “ardıç gibi dallı, babası gibi döllü olsun” sözleri buradan bizlere kalacaktı. En ulu ağacın kesilmemesi de günümüze kadar bu şekilde taşınıp gelecekti.

Galatlar, Friglerle büyük uyum sağlamıştı. Onlar da Galatlar gibi müziğe çok önem verirler, heyecanlı ritimler çalarlardı. Galatlar, Friglerin sunağın çevresinde müzik eşliğinde gezegenleri sembolize ederek döne döne raksedişlerine bayılırlardı. Gitgide hızlanarak, birden bire sıçrayışları, ulur gibi bağırmaları, yakarmaları, kehanetlerde bulunmaları, çok hoşlarına giderdi. Bugün Alevilerin cem törelerinde yaptıkları, onların anılarını yadeder gibi.

Çalgıcılar iyice coşunca dans edenler kendilerini paralamaya başlarlar, kollarını ve omuzlarını taş bıçaklarla çenterler, süslü kırbaçlarıyla vücutlarını yırtarlar, kan damlalarını çam dallarının üstüne serperlerdi. Bugün bu ödünç alınmış gösteri, Kapadokia’dan Maguşlar vasıtasıyla İran’a Şii Müslümanlara taşınmıştır.

Frigler’de bu iş böyle de kalmıyordu, çoşku ve dansın en yüksek noktasına erişildiğinde, bir adam birden ortaya atılır ve taş bıçağı eline alarak, sunağın üstünde erkekliğini kurban eder, böylece “GAL” olur ve Ana ile birleşirdi. Özgürlüğü simgeleyen “Frigya başlığını giyer, arınmış, kusursuz, ermiş olurdu. Bugün bizlerin de erkeklik organında sembolik olarak kesilen bir deri parçası, İbranilerce bugünkü gibi daha akılcı hale getirilmiş ve Müslümanlarca da ödünç alınarak, bir parça derinin kesilmesi ile yetinilmiştir. Üç gün süren bu törenlerin bitiminde büyük rahip bütün ışıkları yaktırır ve Attis Kybele’nin oğlu yeniden dirilirdi, yas sona erer, sevinç son haddine varırdı.

Galatlar şaşırıyorlardı. Kilikya, Kapadokia ve hatta Pontus’a yerleşmiş Maguşlar da, kadını yücelten Kybele yerine, erkeği yücelten Mithras dinini yaymaya çalışıyorlardı. Karanlıklar tanrısı Ahriman’a karşı savaşan ışık tanrısı Ahura-Mazda (Ahura; Efendi, Hazret, Mazda; bilge ) onların daha çok hoşuna gitmişti. Hele Mithras’ın bir boğayı kovalayarak (boğa mazda tarafından yaratılmış kosmos idi) boynuna bıçağı saplamasıyla “yeniden dirilme” her şeye yeni bir hayat verme onları coşturmuştu.

Gördüğünüz gibi, her şey karma karışık oldu; Kilikya’da da “Men” tek erkek Tanrı ya, Ay Tanrısına rastladılar. “Men” olayların, insanların talihinin, yerin göğün tanrısı, canlıları ölüleri yargılayan yüce varlıktı, Sümerler’in “Enki”si buralara kadar gelmişti.

Galatlarda; Mithras yerine MEN’in ayağını gümüş boynuzlu ay boğasının üstüne koydular, Friglerin “gal” olmuş erkekliğini ATTİS’in yaldızlı tacını aldılar, boğanın yanına da KYBELE’nin arslanlarını oturttular. Hepsi iyice birbiri içine iyice karıştı gitti.

Tanrı Mithras, Attis, Men, Adonis ve diğerleri değişecek; yarın bölgeye gelecek olan ve Paulus’un onlara anlatacağı, “Gökyüzünün geniş çayırlarının, tek efendisi” onların yerini alacaktı. Zavallı Kybele, Artemis, Afroditler de kendilerini feda edecekler, ama göklerin kraliçeleri olarak kalabileceklerdi.

Hakikat, Galatlarla ilerliyordu.

Galat’lar, kocamış kişilerine bunları soruyor aldıkları cevaplar da benzerlik çok hoşlarına gidiyordu. Yerli halka tebessümle, şevkatle yaklaşıyorlardı. Hunharca savaşıp döğüştükleri Romalılara karşı merhametsizlikleri, bu yayla da bu halka sevgi ve hoşgörüye, anlayışa dönüşüyordu.

 

Comments are closed.