Dündar Ali Kılıç


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

Yeni yetki almışım, yetkili müfettiş muaviniyim. Heyecan, gösteriş, kendini ispat hepsi bir arada. Bana verilen ilk iş, kaçak MAN kamyonu soruşturması, yıl 1977 veya 1978. Almanya’dan gıcır gıcır MAN kamyonları İstanbul’a geliyor, bizim yaşlı MAN kardeşi ile masaya birlikte yatırılıyor, onların motorları veya parçaları değiştiriliyor, eskisinin motor ve şasi numaralarını taşıyan baskılı armalı parça olduğu gibi kesilip, yeninin gövdesine kaynatılıyor ve bizim yerli yaşlı MAN, canlanıp delikanlı oluyor. Genç Alman da yaşlı olarak ülkesine dönüyordu.

Hani diyorlar ya, Turgut Özal ile bu ülkenin gözü ihracat- ithalatta açıldı, hani diyorlar ya Tayyip Erdoğan’la bu ülke değişimi yaşadı. Öyle şey olur mu? Bu ülke kendi ihtiyacını, gelişimini 1960 özgürlük anayasası ve yasaları ile başlattı. Ülke yapabilirliğini gördü. Devlet baskısı ve kontrolünden kurtuldu. Özgür, cesur ve hayalci oldu. Hatta sermayenin, paranın bölüşümü için insanlar sağcı veya solcu oldular. Eskinin demokrat ve cumhuriyetçileri 50 yıldır devleti, ekonomoyi şekillendirip, nemalanıyorlardı. Özgürlük adı altında yine kendi solcularını çoğalttılar, yelpazelerini genişlettiler. Sağcılar, dindarlar aç kaldı. Sağcılar da pay ister oldular. Dinciler, sağcıların gölgesinde pastadan, artanları bekliyordu. Kavgalar başladı. Büyük dilim, küçük dilim… Sonra gördük ki, önce sağcılar, sonra da dinciler için 12 Eylül hazırlanmış, sonra Turgut Özal yaratılmış, Özal da yanında tabakları sıyıran, onun kalabalığını oluşturan, cahil ve garibanlarla bugünleri hazırlamış, inançlı ve dindar olanlar bile şaşırıp kalmıştı.

O dönemlerde devlet parasız ve güçsüz olmasına rağmen sanayi gelişiyordu. Sermaye el değiştirmek istiyor. Sanayi yeni

80

makinalar lazım. Yeni taşıtlar, araçlar, gereçler, teknolojiler. Avrupa’nın eskileri bile bize lazım. Gümrük kapıları kapalı, mevzuat çok sıkı, devlet eski zenginlerin hizmetinde, ama bu eski zenginler, yeni zenginleri istemiyor.

Hani, peygambere atfedilen bir söz vardır “Rızkın onda dokuzu ticarettedir, ticaretle uğraşın” diye. İşte cahil, gariban, fakir sağcılar, bu düstur ile yola çıktılar. İthalatın izin vermediği malları kapıdan bacadan sokmayı akıl ettiler. Kapılar kilitli, mühürlü, muhafızlı idi. Gümrük İdareleri yetişmiş, dürüst ve vatansever insanlarla donatılmıştı. Ülkeyi koruyalım derken, farkında olmadan mevcut cumhuriyet zenginleri korunuyordu. Değişmeliydi, hem bu yol açılmalı, hem gümrükler yozlaşmalı, hem de mal geçişi kolay olmalıydı.

Akıllı insanlar, mütedeyyinler bu sözün aslının böyle olmadığını “Rızkın onda dokuzu ticaret ve cesarettedir, ticaretle uğraşın ve cesur olun” olduğunu biliyorlardı. Cesaret bazılarında vardı, onlar yola düzüldüler, elebaşı oldular, diğerleri de onların gölgesine sığındılar, mafyalar, çeteler, şebekeler oluştu. Yasaların izin vermediği yollar için yöntemler geliştirildi. Şablonlar çıkarıldı. Raconlar kesildi. Sokak tamamdı.

Küçümsemek için değil, ilgisizliğini göstermek için söylüyorum, berber, terzilerden siyasi kadrolar oluşturdular, bu köksüz yeni bürokratlar ile çeteler kolayca bağlantı kurdular, her ikisi de hukuki değildi, her ikisi de sokakta ve sokaktan idi.

Bizler, müfettiş olarak o zamanlar kaçakçılık yapılıyor sanıyorduk, sonraki yıllarda da hayali ihracat yapıldığını basbas bağıracak, söyleyecek, işin aslından ve konudan, ülkedeki gelişmelerden habersiz zavallılar olarak tarihin sayfalarında unutulup gidecektik. Sanırdık ki, kaçak eşyayı yakaladığımızda

81

büyük bir iş yapıyorduk. Bataklığı bilerek hazırlamışlardı. Sonra bataklık kurutulacak buraya plazalar dikeceklerdi, o günlerde bizler elde filit pompası veya sineklik sinekleri kovalıyorduk. Yazık oldu, bizlere!

MAN kamyon, Nevşehirli bir kamyoncuya satılmış, ben de onun motor ve şasi numarasının kazıntı ve silinti olduğunu İTÜ’de tespit ettirmiş ve müsadere etmiştim. Şoför her gün gelip gider yazacağım raporu beklerdi. “Ben Noter’den aldım, trafikten ruhsat aldım” diyip durmakta idi. Doğru hem noter, hem de trafik polisi bu işin içinde olabilir mi? Onlar varsa daha pek çok MAN kamyonu böyle girmemiş midir?

İşi büyüttüm, Almanya’dan kamyona ait bilgiler istedim. Günler geçiyor, cevap gelmiyordu. Satış yapılan yer Kasımpaşa’da bir noterdi. Noter’e gitmeye karar verdim. Noter’e ne soracaktım. “Sen kaçakçılarla beraber misin? Başka kamyon çenç (change) işi yaptın mı?”mı, diyecektim, gençlik işte!

Gittim! Noter ikinci katta idi. Han gibi, işyerleri kalabalık bir binayı hatırlıyorum, binanın ön tarafında giriş-çıkış o kadar fazla ki, saçağın altında sağ köşede bir ayakkabı boyacısı yer tutmuştu. Hep elde kağıtları ile giren çıkanlar araba ruhsatı, vekaletname taşıyorlardı. Karınca yuvasının girişi gibi idi.

Kravat, elde çanta, ayakkabı boyatmaya karar verdim. O zamanlar, Müfettişler çantasız gezmezlerdi. Hani polisin silahı gibi elde koca bir çanta dolanır, dururduk. Her sabah evden çanta ile çıkar, için de hep aynı şeyler, bazen günlük gazete veya resmi gazete ile eşya çoğalır ve değişirdi. Akşam da aynı çantayı eve getirirdik, kapı kenarına koyar, çoğu kez sabah alır, çıkardık. Niye çanta taşınırdı? Neden Müfettişler çanta taşırdı? Şimdi hatırlayamıyorum. Boyacıya aptalca “kamyon almak istiyorum, nereye gideyim?” diye soruverdim. Sonra MAN

82

kamyonu kimden bulurum? Nasıl hesaplı alırım? Bu noter bu işi yapar mı? Kim bu işlerde usta? gibi sorularla ve sondaj usulü araştırma ile soruşturmaya başladım.

Sonra ben de inandım anlattıklarına. Demek ki, yüzlerce kamyon böyle girmişti, vekaletname numarasını bulsam, vekillerden yola çıkarak, bu karanlık mağaraya girebilirdim, ama ben kimse uyanmasın, çeteyi suç üstünde yakalayayım diye işe sokaktan başlamak istedim.

Tarif üzerine Beşiktaş Barbaros’ta bir sokağa girdim. Bu adresteki Oto Galeri’nin önünde iki tane kırmızı MAN kamyon var. Sanki beni kendine çekiyor. Yakaladığımız MAN kamyon da kırmızı idi. Sonra öğrendim ki, o dönem üretilen MANlar hep kırmızı imiş. Galeri’nin kapısında iki üç iri yarı, çam yarması misali adam oturuyor. Ben yine elde çanta, boynumda kravat ve takım elbise ile içeriye uzandım. “Araba alacağım” dedim. Büyük bir galeri bir iki küçük arabadan sonra diplerde, kuytu bir yerde masada biri oturuyor, önünde de biri oturmuş, sohbet ediyorlar. Masaya yaklaştım. “Dündar Kılıç hanginiz?”

İkisi de yüzüme bakıyorlar, kıyafetim herhalde akıllarına Polis getirmiş olmalı, uzun (ama kısa) bir sessizlik, bakışma. Masada oturan “benim” dedi. “Dündar Kılıç kimdir, İstanbul ondan mı sorulur, mafya demek Dündar Kılıç demek midir?” Hiç bilgim yok. Ben yalnızca kafamda ona kaçakçı diyorum. Kartımı uzattım, “ismim Nadir Elibol. Gümrük Müfettişiyim, yarın Karaköy’de teftiş kurulunda seni bekliyorum” dedim. Hepsi bu!

Kendimden o kadar eminim ki, mutlaka gelecek, MAN kamyonlarının gerisi var mı? Kimlerle tezgahlandı öğreneceğim, Noter’i de işbirlikçi olarak içeri attıracağım, gariban Nevşehirli’nin intikamını alacağım. Gençlik diyeceğim, ama yıllar sonra da hayali ihracat soruşturmasında aynısını yapacağım.

83

Gürbulak, Telçeker köyündeki çıplak ayaklı çocukların kar kışta askeriyenin çöplüğünden artık yemekleri toplayışlarını hatırlayacak, onların haklarını arayacaktım. Bugün de hep aynı filmi seyrederim. Hırsızları, ülkenin malını çalanları, hızla zenginleşenleri görünce hep aynı intikam canavarı içimde uyanır ve bir gün mutlaka bunların hesabını soran çıkar diye düşünürüm. Umutsuzluğa kapılırsam, ben beceremezsem “Yücelerin Yücesine” seslenirim. “Haydi! Tam zamanı, göster büyüklüğünü” derim.

Tam zamanında hiç soru sormasına izin vermeden arkamı döndüm, galeriden çıktım. Öğlen oluyordu, yürüyerek Karaköy’e indim. Benden iki-üç yaş büyük birkaç üstadla sohbetimde olanları anlattım. O zamanlar ağabeylerle konuşulamaz, soru sorulamazdı. Dönem arkadaşlarım da benim gibi işlerin peşindeler, daha doğrusu kendilerini ispat peşindeler. Beni dinleyecek vakitleri yok. “Kim? Dündar Kılıç mı? Ulan, o mafyadır bilmiyor musun?” dediler. Olmuştu bir kez artık, geri dönüşü olmayan bir iş yapmıştım. Yarını beklemekten başka yapacak bir şeyim yoktu.

Odamız olmadığı için sabah erkenden gelmiş oda arıyordum. Kim seyahatte, kimin masası boş ise o masaya oturacaktım. Karaköy’de teftiş kurulu 2.katta idi. Asansörün tam karşısında veya merdivenden çıkınca koridordaki maroken kaplı, üzeri kapitone, pirinç kollu büyük kapı teftiş kurulunun kapısı idi. Bu kapının açıldığı koridor boyunca odalar sağ tarafta dizilmişti. İlk oda 3-5 senelik müfettişlerin odası isi, ikinci oda 5-10 senelikler, sonra santral odası, sonraki orta odalar, yani denize bakan odalar ise 20 ve üzeri yıllarını heyette geçirmiş Müfettişlere aitti. Deniz tarafına bakan odalar bitince sola döndüğünüzde solda bir tuvalet sağda köşe odadan sonra iç içe geçmeli iki oda vardı, tüm yetkisiz, yetkili ve taze müfettişler buraya tıkışırlar, İstanbul

84

dışına giden genç müfettişlerin masasını paylaşırlardı. Görüntümüz ve itibarımız çok iyi ama, heyette ki vaziyetimiz sefalet içindeydi.

Girişteki ilk odada Nezih Naymansoy ve Yüksel Özdemir Beyler otururlardı. O gün gelmemişlerdi, santraldeki sekreter hanım da İstanbul dışında olduklarını söyleyince, hemen masaya kuruldum, daktiloyu, kağıtları çıkardım, dosyayı görünen bir yere koydum, üzerinde “MAN Kamyonları” yazıyor. Korkutacak ve etkileyeceğim sözüm ona… Bekliyorum ama bende de heyecan oluştu. Mafya, yer altı, çete… Kapı aralandı, odaya kafasını uzatmaktan korkan bir muhafaza memuru “beklediğiniz kişiler geldi” dedi. O zamanlar heyetin giriş kapısının orada, camlı bölmede muhafaza memuru otururdu, “gelsinler” dedim.

Aman yarabbi, bizim kapı gibi iki adam ve yanında (tabi onların yanında öyle gözüküyor olmalı) 160-165 boyunda en çok 40-45 yaşlarında bir adam birlikte içeri girdiler. Odadaki karşılıklı iki masanın arasında tek koltuk olduğundan, bir kişi için oturacak yer var, ona da Dündar’ı oturtacağım, nasıl bir cesaret ise, geceden kurulmuş olmalıyım ki; “Bu arkadaşlar kim? Ben dün size yalnız gelmiştim” dedim. Nasıl iletişim kurdular, nasıl işaret verdi göremedim bile, adamlar iki saniyede odadan çıktılar. Dündar Kılıç diye bir başka adam gelse yutacağım, çünkü dün adamı loş galeride hayal meyal hatırlıyorum. “Dündar bey buyurun oturun” dedim.

Deri koltuklar derince idi ve koltuğun kolçakları deriden ve çok yüksek idi, nerede ise omuz hizasında olur, kim otursa içinde kaybolurdu, Dündar bey de koltuğa gömüldü. Dosyaya bakıyor ama göremiyordu. Ben MAN kamyon hikayesini anlattım ve noterin bu işi belgelendirdiğini, kendisinin de bu kaçakçılığı düzenlediğini söyledim. Dinliyordu. Ben, bu ve diğer

85

kamyonları bulurum, yakalarım, ancak garibanların elinden bu kamyonları alınca, onların, siz satanlara dönmesi mümkün olmaz. Ben, böyle bir mağduriyete izin vermem. Ben şimdi kaçakçılığın peşinde değilim, bu işi yapmışsınız, yapanlar dışarıda, satın alanlar içeride, bu adil değil, bunun peşindeyim” dedim. Bakıştık. “Sana ve senin gibilere hiç yakışmıyor. Delikanlı gibi yapmak, delikanlı gibi dik durmak lazım” dedim. Benim sandalyem yüksekte duruyor, o koltuğa gömülmüş, alçakta bulunuyor, ben hükmediyor gibiyim. Ayrıca devletin müfettişiyim.. “Bana bu işi nasıl yaptınız anlat” dedim. Dinledim, dinledim, sordum, dinledim. Tamam dedim. İkimizde konuyu hem kolay anlattık, hem kolay anladık. Dündar bey olayı açıklığıyla anlatmıştı. İsim vermiyordu. “Ben yaptım, şöyle oldu, kamyoncuların satın alanların bu işlerde hiçbir dahli yoktur, onlar masumdur” falan filan diyerek anlatıyordu. Tam benim istediğim gibi olmuştu. Daktiloya pelur kağıt taktım, hiç konuşmadan tüm anlattıklarını yazmaya başladım. Bu arada nüfus cüzdanı istedim. “Adınız nedir?” dedim. O da “Dündar Ali Kılıç” dedi. Ben de yazdım, baba adı, doğum tarihi, mesleği, medeni hali derken; adrese gelince tereddüt etti. “Çekinmeyin, galerinin adresini verin” dedim. Yapacak bir şey yoktu adresi söyledi. Metne geçtim, yazdım, yazdım, bitirdim. Okusun ve imzalasın diye kağıdı verdim.

Okudu, daha ilk satırda gözlerini kağıttan kaldırdı. “Adımı yanlış yazmışsınız” dedi. Adrese gelince, “onu da yanlış yazmışsınız” demedi. Göz göze geldik. Gözüme dikkatlice baktı. İkimiz de “delikanlı kime denir”i anlamıştık. Ben delikanlı gibi davran diyordum. O benim delikanlı gibi davrandığımı görüyor, delikanlılığını gösteriyordu. İki sayfaya hızla göz attı. Benden kalem istedi, ayağa kalktı, imzaladı.

86

Ben soruşturmayı büyüttüm, diğer kamyonları buldum, 11 veya 17 kamyon olarak hatırlıyorum, zabıtlar, ifadeler, aylar geçti, ancak raporu yazabildim. Kaçakçılıktan Savcılığa gönderdim.

Birkaç hafta sonra Savcı bey beni çağırdı, gittim. Raporu methetti, beğendiğini, masum insanları kurtardığımı söyledi, ancak “Gürbüz Kılıç” (veya benzeri idi) adlı kişiyi bu adreste ve mahalde tüm aramalarımıza rağmen bulamadık” dedi. Ben de “demek ki, aşağılık adam adresi yanlış vermiş” diye cevap verdim.

Uzun bir süre sonra kamyoncuların mahkeme kararı ile kamyonlarını iade alışlarını izlemeye başladım. Başmüdürlükten sonra öğrendim ki, birkaç kişi noterde çalışan bir, iki kişi, yapanlar, kamyonları değiştirenler hüküm giymiş, kamyoncular beraat etmiş, kamyonlar ülkeye gelmiş ve ekonomideki yerini almıştı.

Ben mi? Ben de “Bu ülkenin en iyi insanlarının yolunun hapisten geçtiğini, okul ve okuma ile iyi şeylerin öğrenilmediğini, iyinin, yürekliliğin, cesaretin, delikanlılığının aslında herkeste bulunduğunu, ancak onun derinlerden ortaya çıkarılmasının kişiye bağlı olduğunu anladım, “delikanlı kime denir”i Dündar Bey’den öğrendim.”

Dündar Ali Kılıç’a rahmetle…

87

Comments are closed.