Biletsiz


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

Almanya’da yaşayan Harun Aslan adlı bir arkadaşım var, Alman Sosyal Demokrat Parti’sine kayıtlı, Alman vatandaşı ve Alman komünist Partisi’nde herkesle arkadaş, dost, yoldaş.

Almanya’dayım. 1961 yılında yapılmaya başlayan Berlin Duvarı 1989 yılında duvarın tesisleri tamamen kapatılınca, artık doğu-batı Berlin arasında bir fiziki duvar olmaktan çıkmıştı. 1990 yılında idik. İki Almanya birleşince doğu-batı Almanya olmaktan çıkınca, şehrin içinde kalan duvarda sembolik olarak halkta bu kez 03.10.1990 yıktırılmıştı. Ben de oradayım. Harun’a “Biz de gidelim” dedim. Komünist ya pek hoşuna gitmese de duvarın yanına geldik. Ben de ise tuhaf bir duygu vardı. Hani yere göğe sığdıramadıkları (sığdıramadığımız) komünizm nasıl özgürlüğe teslim olmuştu, duvarın yıkılması komünizm yıkılması gibi idi. Polonya’da Leh Vallesa, Bulgaristan’ta Todor Jivkov, Rusya’da Michail  Gorbaçov, herkesin kafası uçmuştu. 70-75 yıl insanların hayatlarını adadıkları birkaç neslin yaşamını harcadığı, ideallere ne olmuştu? Duvara balyozla vuruyorlardı. Biri alıyor, biri bırakıyordu. Ben eğilerek yumruk kadar küçük bir beton parçasını aldım, çantama koydum.

Kalabalıktan ayrıldık, Berlin’de kocaman bir parkın içinde Harun’la yürüyoruz. Parkın içinde otobüs geçince trafik işaretinde durdum. Yanımda sağımda bir adam var, benim gözüm, omuzuna geliyor, başımı çevirdim, Helmut Kohl, Alman Başbakanı yanımda idi. İnanamadım, “Harun hemen fotoğrafımızı al” dedim, karşıya geçti ve ışıkta bekleyen ve yalnız dolaşan 16 yıl Başbakanlık yapan, iki Almanya’yı birleştiren dev adam yanımda (halkla) duruyordu. Sonra fark ettik ki, 10 metre arkada, 8 metre çaprazda, 5 metre önde belli belirsiz korumalar vardı. Hıristiyan Demokrat Parti’nin başkanı inadına “işte demokrasi bu” demek istiyordu.

Komünizm yıkılmıştı.

…………..&…………..

Türkiye için Kıbrıs’ta elektrikli radyatör yaptıracağım. Bir de bahçe traktörü lazım. Hem Türkiye, hem Kıbrıs’ta müşterisi hazır. Kıbrıs’ta ETİ Holding mi, tam hatırlayamıyorum, bir fabrikaya Bulgar malı radyatör götürdüm. Parçaladık, radyatörün panellerini ve tekerlerini Bulgarlardan alacağım, Türkiye’den içinde dolaşacak yağı ve kablosunu göndereceğim, Belerus ve Ukrayna elektrik düzenini, termostadını getireceğim. Bu parçalar Kıbrıs’ta toplanacak, monte edilecek, ambalaj, etiket vesair akşamlarla Kıbrıs menşei alacağız, Kıbrıs’ta çok ucuz bir elektirkli radyatör yapacağız, ayrıca Kıbrıs menşei olunca Türkiye’ye de vergisiz ithal edebileceğiz. Süper bir iş hazırlıyorum.

Harun’a hadi Ukrayna ve Belerus’a gidelim dediğimde, eski komünistlerle kontaklar kuruldu. Artık herkes para kazanma peşine düşmüş, herkes dolar istiyor. Bulgaristan’dan eski komünistlerden de sempatik ikmal yaptık, komünizm yıkılsa da, hala yaşayan komünist yoldaşlarımız var, Ukrayna’nın yolunu tuttuk.

Moskova’ya inince yabancıların kalabildiği birkaç otelden bir olan Markopolo’ya dükkanı açtık. Ukraynalıların Moskova’daki adamı ile kontak kuruldu, imza ile malın siparişini hazırladık. Şimdi bahçe traktörü için Belarus’a gitmeliyiz. Trenle ulaştık, satış sözleşmeleri Türkiye, Balkanlar ve Kıbrıs temsilciliğini aldık.

Moskova’ya döndük. Benim Türkiye’ye dönmem gerekti. Uçuş yok, bir iki gün sonra bir bayram var kaldım Moskova’da. Çareler arıyoruz. Harun “Tiflis’e gider misin?” dedi. “Abi, nasıl iş bu, Tiflis’te ne işimiz var?” dediğimde, “Ben seni Tiflis’e uçururum, oradan Batum’a uçarsın, oradan Hopa, Ankara” gülmeye başladım. Hem birkaç gün sürecek, hem bilet, vize parası aklım yatmadı. “Abi sen de gel, hem sen Gürcüyüm diyordun, memleketini de gezersin” diye bir espri yaptım. Harun’un dedesi, babası Batum’dan Samsun’a göçmüşler, “olur” demesin mi?

“Sen öğlene kadar gez, öğlen otelde ol, her an uçabiliriz” dedi, ortadan kayboldu.

Valizim küçük hazırladım. Birkaç saatim var, hem çocuklarıma Moskova’dan bir şeyler alabilirim düşüncesiyle kendimi sokağa attım. Caddeler bomboş ancak bir dükkanın önünde kapıdan belki 100-200 metre uzağa kadar devam eden bir sıra var, merak ettim, sıraya girdim, yürür adım gibi gidiyoruz, yarım saat olmadan kapıya yaklaştık, bir kapıdan birileri giriyor, bir kapıdan birileri çıkıyor. Çıkan on-yirmi kişiden birinin elinde kağıt torba (kese kağıt gibi) var.

Bana sıra geldi, burası bir et ve et ürünü satan bir dükkandı. İnsanlar çocuklarına sosisleri gösteriyorlar, bir kaçı alıyor, tezgahın önünden geçip gidiyorlar. Sosislerin önüne geldim. Şişman Rus bayan tezgahtar bir şeyler söyledi, tebessüm ettim, ben de geçtim, gittim.

Berlin duvarı gibi Rusya da bitmişti. 12 Eylül öncesi sağ-sol çatışmasında ölen, yaralanan Mülkiyeli arkadaşlarım gözümün önüne geldi, gözlerim doldu. Kafamda tüm bildiklerimi ve öğretilenleri sildim. (delete ettim, tüm dosyayı çöplüğe attım)

Otele erken geldim. Harun’da erken geldi, bir taksi aldık. Yerler buz, taksinin lastikleri pırıl pırıl (yani kabak) bizi kuş gibi havaalanına bırakınca, korkumun gereksizliğini Rus şoförlerin ustalığını kabul ettim.

“Harun, biletler kaç para tuttu?” dediğimde bana “bozuk 10-20’lik 50 dolar ver” dedi, kayboldu. Hostes eskisi bir kadınla döndü, o bir kapıyı açtı, bir adam bizi aldı  aprona çıktık, bir uçağa doğru yürümeye başladık. Harun adamın eline bir şeyler verdi, uçağın merdivenin başında yine yaşlı ve şişman bir hostes “davay davay” diyerek bizi uçağa aldı, bir yer gösterdi, oturduk. Harun’a baktım, konuşmaktan korkuyorum, ne oldu? Gibi yüz göz işareti yaptım. “Sus” dediğinde hiç konuşmadan, uçak havalandı, bir yere inene kadar uçağın ineceği yeri hiç merak etmedim.

Dediği gibi Tiflis’e uçak indiğinde, diğer yolcularla hep beraber elimizde valizimizle indik, pasaporttan geçtik, Gürcistan’a geldik.

İnanılmazdı, o komünist Moskova’dan 50 dolara ikimiz, biletsiz, pasaportsuz, elimizi, kolumuzu sallayarak çıkmıştık. Hani Berlin duvarında kaçarken ölenler, hani Sibirya sürgünleri, hani Stalin’in Kırım Tatarlarını Kazakistan’a trenlerle göndermesi, hani KGB’nin tutuklayıp, kaybettiği insanlar…

Harun “Nasıl yaptın?” sorusuna 20, 10, 20 dağıttım, bitti cevabına ilave soru soramadım.

Şimdi sıra Tiflis-Batum arasına kalmıştı. Uçak bu kısa mesafeyi bir saatte gidiyor, Moskovic iyi araba bile 4-5 saatte ulaşıyordu. “Hengali” yedik, (kocaman poğaça gibi Gürcü mantısı) nehir kenarında bir kilisiye gezdik, birileri bilet temin edecekti.

Harun’a “kardeş uçak olacak mı?” “Şu parkta bir resim gördüm onu alabilir miyim?” cesaretini buldum. Harun bu işi de halleder diyorum. Moskova’dan çıkardı ya Tiflis ne ki?

“Al, al , anı olur, ancak çerçeveyi söktür” dedi. Güzel bir Tiflis tablosu aldım. Rulo yaptım, elde çantalarımızla geziyorum. O gün uçuş olamadı, ancak sabah Tiflis’ten Batum’a uçacağız. Gece otele biletler ve çantalarımız geldi. Uyuduk, sabah havaalanında elde biletler, uçuş kartımı aldık, uçağa geçtik. İki pervaneli bir uçak.  “Harun bu uçar mı?” diye şaka yapıyorum. Ön kapıdan aldılar. Köylü kıyafetli kucağında tavuğu olan adamlar var, hostes bilete baktı, eliyle arkayı gösterdi. Harun ile arkaya doğru yürüdük, en arka koltuğa oturduk. Uçak yolcu almaya devam ediyordu. Hostes iki kişi ile bize doğru yaklaştı, yerler numarasız ya, “eyvah işte şimdi yandık” dedim. Harun’u dürttüm. Hostem hem Harun’a, hem bana eliyle kalk dedi, kalktık. “Hayırlısı dedim” içimden. Uçağın ön tarafında polis gibi bir adam var, terler boşaldı. Hostes polise okey işareti verdi. Polis gitti, biz de arkada boş yer baktık, tüm koltuklar dolu, herhalde en arkadaki hostes koltuklarına oturacağız diye düşündük. Hani bilet aldık ya, bilet zor bulundu ya, hostesler kabine gider, biz de onların koltuğuna otururuz diye düşündük. İkimiz koltuklara yerleştik, kemerleri bağladık. Anons yapıldı, uçak parkta ilerlemeye başladı. Hop uçağın burnu kalktı, uçak havalandı, artık Batum’a gidiyoruz.

Önden iki hostes arkaya doğru geliyorlar. Hani biz de troleylerle su ve çay dağıtıyorlar ya, onlar da konuşa konuşa geliyorlar. Geldiler, ikimize kalkın diye işaret ettiler. Biz bileti gösteriyoruz. Harun kırık Gürcüce bir şeyler söyleyince hostesler parladılar. Kalktık, ayaktayız. Hostesler koltuklara oturdu, kemerleri bağladılar. Biz ayakta kaldık, uçakta dolmuş gibi ayakta gidiyoruz, bir süre sonra uçak inişe geçti, hostes yerinden kalktı, bana koltuğu tutmamı işaret etti, tekrar oturdu. Uçak Batum’a indi. Şoktayım, kızamıyorum, gülemiyorum, uçaktan çıktık. Harun “Nasıl ama iki günde Türkiye’deyiz” diye bastık kahkahayı.

Bir taksi ile Batum sınır kapısına geldik. Taksiyi içeri almadılar, yürüdük, ilk görevliye Türkiye’ye geçeceğimizi söyledik. T.C. pasaportunu gösterdik, “taksi bizi Türk tarafına yakın götürebilir mi?” dedik. Kafasını sağa sola salladı. Türkçe anladığı belli ama cevap bile vermedi. Valizler elde boydan boya gümrüklü sahayı yürüdük, Rus polisleri yine gümrükte Moskova’dan Tiflis’e biletsiz, pasaportsuz geçtik ya, burada nereden geliyorsun, niçin gidiyorsun sorularıyla, Ruslar tarafından sorgulandık, ikna oldular. Sarp kapıya gireceğimizi zannettik ki, birkaç kilometre kadar gümrüğe kadar yürüdük. Sarp gümrüğünde eski meslektaşlarım ya, müdür ve personel ile sohbet, izzet, ikram yine geceyi bulduk. “Bize bir taksi bulun, Hopa’ya götürsün” dedik.

Gece ancak Hopa’ya geleceğiz ama açlıktan kırılıyoruz. Taksiciye “ilk ışık yanan restorana yanaş” dedim. Geç saatler olmuş (21-22 gibi) Restoranda güler yüzlü bir laz “yemek var mı?” dediğimizde, yok diyemedi, tezgahta yemek kalmamıştı.

“Nereden geliyorsunuz” dediğinde, “sabah Tiflis’ten Batum, Batum’dan Sarp, Sarp’tan da sana geldik, çok açız” cevabını verdim. Güldü “Yarın için patlıcan, biber kızarttım. Bir yumurta kırarız, bir yoğurt ve şimdi fırından gelen masanın üstündeki ekmeği de kırarasak, iş tamamdır.” Hayatımın unutulmaz patlıcan kızartması, bir daha hiç rastlamadığım tereyağı ve yoğurt, bir kocaman taze ekmeği yok ettik. Şoför ve Harun’da çıldırmış gibi yediler, aşçı çoktan çayı koymuştu, çay günler sonra “ne çaydı” diye anılarımıza kazındı.

Gece Hopa’da nerede kaldık, Trabzon-Ankara uçağına nasıl bilet bulduk. Nasıl Ankara’ya geldik, Moskova-Tiflis-Batum’dan sonra hatırlamaya değmezdi. Ben de kayıtları silmişim

Bu macera ile elimizde sözleşmeler, bağlantılar soluğu Kıbrıs’ta aldık. Eti Holding firmasına hazırladığımız sözleşmeleri radyatör parçalarının nasıl geleceğini anlattık. Ödemelerin tarafımdan finanse edileceğini, yalnızca montaj ve paketleme olacağını, işin çok basit olduğunu söyledim.

Bekliyorum ki; genel müdür hemen evet diyecek, iş getiriyorum, fabrika (belki küçük bir atölye) çalışacak, genel müdür, “siz, sendika başkanı ile “işçilik ücretini” konuşun demesin mi?” şaşırdım. “Burada sendika üretime yön verir” dedi, gittik sendikaya, bütün malzemelerin maliyeti hatırladığım kadarıyla Bulgaristan, Ukrayna, Türkiye malzeme ve parçaları 17-18.-$ tutuyordu. Ben Kıbrıs’a 2-3.-$ bekliyorum. 21-21,5 $ Kıbrıs’ta elektrikli radyatör üreteceğim. Kışa Kıbrıs ve Türkiye’ye radyatör yığacağım, pazarda “Luce” Bulgar markası ile satacağız. Panellerin üzerinde “luce” damgası, Kıbrıs malı inanılmaz bir radyatör olacak.

Sendika başkanı ve bir iki üye bizlerle saat başı ücret konuşmak istiyor, “ne saat başı, bana radyatör başı fiat/ücret verin” diyorum. Saat başında ısrar ediyorlar. “Kaç saatte bir radyatör çıkacak” diyorum. “Bilemeyiz ama 3-4 saatte bir radyatör çıkabilir” diyorlar. Saat başı ücreti soruyorum. Toplu sözleşmeye göre 2,70 sterlin diyorlar. 3,5-4 dolar ediyor. Bir radyatörün montajı  10-15.-$ geliyor.

Kıbrıs sözüm ona elimizde ya; malzeme kadar işçilik önümüze çıkıverdi. Soluğu Maliye Bakanlığı’nda aldım. Bizim büyükelçiliğin Ekonomi Müsteşarı’na gittim. Sendika Başkanı meğer hepsinden büyükmüş, sendikayı ikna edemedim.

Koyunun en zor yüzülen yeri kuyruğu ya, bu yüzden herkes koyunu kuyruktan soymaya başlar ve sonunda boyunu asılarak, postu çıkarır ya, ben de nasıl olsa boyun kısmı “sıyırır çıkarırım” dedim ya, (Kıbrıs) kolaydır dedim ve Bulgaristan, Ukrayna ve Türkiye’den işe başlamış, zor bela kuyruğu gövdeyi soymuş, çıkarmış, artık gerisi boynu kolaydır demiştim ya, öyle olmadı, kolayca sıyırılacak bir boyna takılıp kaldım. İş olmadı. Biletsiz Moskova’dan uçabilen bir adam, tüm komünistleri peşine takmayı bilen veya beceren ben, komünist işçileri aşarken, bu kez İngiliz artığı bir sarı sendikacı işçiye (onları daima savunmama rağmen) teslim olmuştum. Demek ki; komünist sistem önemli değildi, sistemi yaratan ve çalışan işçiler daha önemli idi. İşçiler ücretini alırsa, üretimde, komünizmde 5 tonluk bir tane çivi yapabilir  kapitalizmde ise 5 tonluk 500.000 adet çivi yapabilirler. Dilerlerse bunların tersi de olabilir. Hangi sistemde olursa olsun daima insan önemli idi.

Ayrıca, küçük adamların büyük işleri yaptığı gibi, büyük işlere de büyük adamların gerekmediği, yine küçük adamların büyük işleri de bitirebildiği, yapabildiği veya yok edebildiğini öğrenmiş oldum.

 

Nadir Elibol

Ankara, 18.08.2017

 

Comments are closed.