Bahçeli Sokakları


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

1963 yılı yazı Ankara’ya geliyoruz, Bahçelievler son durak 17 nci sokakta kiralık ev tutuldu. Apartman kaloriferli ayrıca banyoda küvet var, herkese anlatıyorum. Herkes kaloriferi ilk kez veya yeni yeni görüyor. Akseki ve Konya’daki akrabalar gelince sobayı soruyor. Ben de kaloriferi gösteriyorum, elliyorlar, ben ilkokul üçüncü sınıftayım, anlatıyorum. Küveti her gelene gösteriyorum. Okulum Ulubatlı hasan İlkokulu, okul arkadaşım var, birlikte okula kadar yürüyoruz. Neyse bir sene sonra okula yakın olsun diye, cami durağında yeni bir kiralık daireye çıkıldı. Küvet ve kalorifer havamız bitti, bu evde küvet te yok, kalorifer de yok, sobaya döndük, apartmanın kömürlüğü var, banyo alaturka tuvaletin üzerine konulan bir tahta üzerinde yapılıyor.

O zamanlar banyo yapmak bir ritüel. Banyo öncesinin ve sonrasının hazırlıkları var. Biz çocuklar için hafta sonu yıkandım diye önemli bir konu var. Okulda saç, tırnak, çamaşır kontrolü var. Pazar günü tüm annelere çamaşır günü, pazarları herkes yıkanmada ve yıkamada, başka bir şey yapılmaz. Pazar sabahı erken veya geç kalkma biz çocuklar için değişmez, ancak büyükler için öyle değil.

25 nci sokağın başında 3.katta oturuyoruz, katta iki daire var. Karşımızda Nursal abi oturur, onun altında Kısmet hanım yer alır. Onları neden hatırlıyorum, Kısmet hanım, Nursal abinin halası, onun ailemizle ciddi bağları var. Her hafta bize ciğer alır, ciğer kavrulur, o da nasiplenir.  Başı örtülü, sürekli namaz kıldığını hatırlarım, ayrıca kocasının olmadığını ve o zamanlara göre 40 yaşlarında yaşlı bir bekar kadın olduğunu…

Dairemiz; mutfak, banyo, her zaman kapalı olan misafir odası, oturma odası ve camlı bölme ile ayrılmış babamların yatak odası dolayısıyla, beş oda kapısının ve bir sokak kapısının açıldığı bir holden ibaret. Hol her odadan büyük, sokak kapısının karşısındaki duvarda dayalı (misafir ve oturma odalarının duvarında) çok büyük bir masa var.

Yemek masası, oyun masası, ders masası, her şey. Misafir yoksa, duvara dayalı, misafir gelince hafifce ortaya çekiliyor. Holun sokak kapısına bakan tarafı da ileride buzdolabını süsleyecek, buzdolabı sağa konulacak, ayakkabılık ve vestiyer sola konulacaktı.

Hol her şey, Pazar günleri evin kalbi, ortaya çamaşır makinası çıkarılıyor, markası NURMETAL, çalışmadığında kenarları özenle işlenmiş fırfırlı bir örtü ile örtülü, çalışmadığında babamların odasında köşede, ayakkabılığın yanında yerini alıyor, üstünü babam kullanıyor, saat, cüzdan vs. koyuyor.

Pazarları örtüsü çıkarılıyor, altında tekerleri hole taşınıyor. Çocuk gözümde file benzetiyorum, sağ yanında bir hortum var, kenara tutturuluyor, aşağı indirilince buradan kirli suyu kovaya boşaltılıyor, tekrar yukarı asılınca, makinanın içine temiz su konuluyor. Benim de işim bunu indirip kaldırmak, su kovasını getirip götürmek.

Kimsenin evinde yok, herkes 1964’de leğenlerde çamaşır yıkıyor. Temiz su kovası, pis su kovası, odunlu termosifon. Biz de ise nasıl alındı hatırlamıyorum. Çamaşır makinası var, ben bazen okulda konu olunca gündem yapıyorum, biz de çamaşır makinası var diyorum.

Nasıl ya falan diyenlere de ortasında bir pervane var, bir sağa, bir sola dönerek suyu çalkalıyor, çamaşırları suyun içinde savuruyor. İçine toz sabun dökülüyor, köpürüyor, yıkanan çamaşır bir leğene alınıyor, sonra 2.çamaşır, sonra 3.çamaşır partisi atılıyor, o da aynı sabunlu su ile yıkanıyor. Çamaşırlar çıkınca, leğene alınıyor. İşte burada benim görevim var, ben yapacağım diye bekliyorum. Yukarıya asılı duran yandaki hortumu pis su kovasına indiriyorum. Su boşalmaya başlıyor. Çocuğum ya, yarım kova olunca hortumu asıyorum. Banyonun alaturka (çömelerek oturulan tuvalet) tuvalete döküyorum, tekrar gelip, hortuma indiriyorum yine  pis su kovaya dolunca yukarı asıyorum. Bu makine boşalıncaya kadar böyle devam ediyorum. Sonra temiz su kovası ile getirdiğim su ile makinayı temizliyorum. Sonra annemin talimatıyla termosifondan tekrar kova kova sıcak su taşıyorum makinaya.

Makine dolunca bu kez bunun adı durulama suyu, çamaşırlar sabundan arınsın diye defalarca çalkalanıyor. Makinanın bir başlığı var, iki silindir merdane arasına çamaşır konuluyor, merdanenin kolu elle çevrilip, çamaşır sıkılıyor. Bunu annem yapardı ve her çamaşır sonrası kollarım tutmuyor derdi.

Odanın içi buhar ve sabun kokusu ile hamama benzerdi. Babam banyoda bir tahta oturak yaptırmıştı. Alaturka tuvaletin üzerine konulur, tahta oturak tuvaleti örterdi. Termosifon’dan temiz su kovasına alınan sıcak-soğuk su hamam tasıyla vücuda dökülür, sular tahtaların arasından tuvalete gider, keselenme, sabunlanma ve durulanma ile banyo işi tamamlanırdı. Tek şikayet konusu ben idim. Babam, kardeşim hızla yıkanır, ben saatlerce kalırdım. Tabi termosifonda su hem makinaya hem ev halkına harcanınca en son anneme sıcak su kalmaz, bağrışmalarla ılık su ile idare ederdi. Bu işlemler saat 10-11’de biterdi. Anlayacağınız annem sabah kaçta kalkar anlamazdım ama, termosifon yanar su ısınır, çamaşır yıkanır, kardeşimi, beni yıkar, banyolar biter ve bu arada domates, biber, maydanoz, kıyma ile kıymalı pide içi hazırlanmış olurdu.

Makine temizlenir ve kurulamaya başlanırken; her Pazar elime pide içi verilir ve fırına gönderilirdim.

Geldiğimde holde makine örtülmüş ve kenara alınmış olur, ortada bir tek masa kalmış olurdu, leğenler, kovalar, yine yerlerine saklanır, çamaşırlar balkona asılmış olurdu.

Evimiz 7.Cadde de 25 sokak başında tam caminin karşısında idi. Evimizden, son durağa doğru yola düzülürdüm. Akalın pastanesinin yanındaki fırıncı da sıraya girerdim. Benim gibi pek çok çocuk fırının önündeki duvara dizilirdik, fırıncı her tepsiye numara verirdi, geldiğimde sıranın önünde mutlaka 7-8 tepsi olur, pideleri alırken de 7-8 tepsi veya tencere sırada dururdu. Bir saatten önce eve gidemezdim, yandaki Akalın Pastanesi Ankara’nın birkaç pastanesinden biri idi. Bir iki yaş pasta yapılırdı. Kurabiye, kek, bisküvi olurdu. Limonatası çok meşhurdu. Aç karnına Pazar sabahı banyo sonrası limonataya bayılırdım. Hiç söylemezdim, harçlığımdan içerdim. Poğaça, börek bir iki çeşitle sınırlı olurdu. Pastaları seyreder, mahallenin çocuklarıyla sohbet eder, sıcak pideleri alarak evin yolunu tutardım. Gazeteye sarılı kıymalı pidelerin kenarlarından çıkan, dumandaki pişmiş hamurun kokusu beni sarhoş ederdi. 150-200 m mesafede, ev yolunda kırılırdım.

Eve geldiğimde hol yeni görevi için sahne almış gibi olurdu. Hafif sabun kokusu temizliği gösterirdi. Kahvaltılıkların süslediği masada getirdim pideler, hiç yalnız bizler için açılmazdı. Geldiğimde, kimi zaman Ali amca, Esma hala, oğlu Nusret, kimi zaman İbrahim Karaöz, Selma yenge, oğlu “cugu” (adını bilmezdim) adlı uzak akrabalar ve komşular masada oturur olurlardı. Bunlar, Aksekili ve komşularımız idi, daha önemlisi babam ve annemin oyun arkadaşı idiler.

Bu ekip akşamları da bizde olurlardı. “TIK” dedikleri bir oyun oynarlardı. Herkes iki kağıt alır, 21 sayısı bulununca veya yaklaşıncaya kadar, sıra ile birer kağıt çekerler, eldeki düşük sayılı kağıdı atarlardı. 21 olan hemen kağıdı açar, diğer 20-19-18 vs’de “TIK” der kağıdı kapatır, herkes tekrar ona gelene kadar birer kağıt çeker, kağıtlarını açardı. 21 denildiğinde herkes 10 kuruş yere atar. 21 olan paranın hepsini toplardı. 19’da kalan olursa, 19 altı ona 10 kuruş verir, o da 19’un üstüne 10 kuruş öderdi. Bu oyun Cuma ve Cumartesi mutlaka bir evde oynanırdı. Çocuklar oynayamaz, meyve yeme bahanesiyle masaya toplanırken, oyunu seyredebilirlerdi. Çocukların esas işi odada radyo dinlemek olurdu.

Paketi açar açmaz, önce pideyi ben alırdım. Sonra annem üstlerine sana yağı sürer, keser, dilimler ve dağıtırdı. Bu sokakta 1965 ilkokul beşteyim, topaç gibi şişmanım. İki pide benim hakkım, ayrıca artan kenar köşeyi de ben yerim.

Pazar kıymalı, peynirli pideleri, yanında bazen boş susamlı yumurtalı pidelerde yaptırılırdı. Bu kahvaltılar 11’de biten çamaşırdan sonra 12:00-12:30’da başlar, hep devam ederdi, böyle hissederdim. En az 2-3 saat sürerdi. Bugünkü “Bruch”lar gibi.

Mutfak hole bakıyor ya, çaylar, çaylar sürekli taşınırdı. Kahve içilmezdi, biraz pahalı ya, arada bir gelen misafire kahve yapılırdı. Her gün görüşülenlere kahve olmazdı. Mutfak 1,5 metreye 2 metre gibi idi. Lavabo, gaz ocağı (Demirtepeye yakın bir yerde gaz üretimi yapılır, evlere hava gazı adıyla dağıtılırdı. Tabi bazı evler diğer evler tüp kullanırdı) bir tarafta, tel dolap ve küp diğer tarafta idi. Kahvaltılıklar tel dolaba kardeşim Nazan’la benim tarafımdan taşınırdı. Tel dolabın yanında su küpümüz vardı. Üstünde bir kapak, onun üstünde bir maşrapa bulunurdu. Maşrapa ile küpe daldırdığınızda, o su sesi inanılmazdı. “Çurp” diye bir ses çıkardı. Sürahiyi hep ben doldururdum. Ayrıca yosun bağlamasın diye ayda bir kez annemle küpü yıkardık. Bu da çok hoştu, küpü yere yatırır, ben içine kolumu sokar, gazete kağıtları ile silerdim. Komik ve eğlenceli bir işti.

Bir zaman sonra holun en büyük süsü, mutfak kapısına yakın yere konulan buzdolabı olmuştu. Yıllarca herkes gibi tel dolap kullanırken, 1965 sonunda Arçelik buzdolabı alındı. Bunu okulda bile anlatmıştım. “Suyu  bile soğutuyor” diye anlatıyordum. Sokak kapısı ile mutfak kapısı arasında çok gösterişli bir yere konulmuştu. Buzdolabının bence ilk görülen faydası sosis ve rus salatasının birkaç gün korunması oldu. Haftada benden dolayı iki kilo sosis alırdık. Et ve Balık Kurumu’nun eşsiz sosisleri (bugün ancak Almanya ve İsviçre’de bulabileceğiniz lezzette) ile yine GİMA’dan (Ticaret Bakanlığı’nın gıda malzemeleri marketi, devlet kuruluşu idi) herkesin Ankara’da ilk defa yenilmeye başlanan Rus Salatası’nı alır ve aynı gün tüketirdik, buzdolabı gelince okul dönüşü elimin altında sosis olmaya başladı. Evde sosis haşlanırdı ancak, kardeşimle ben okuldan dönünce havagazı ocağında ateşte çatala takılmış sosisleri kızartır, aklımızı uçururduk.

Evin tam önünde, (7.cadde üzerinde) ancak yarım saatte bir geçen bir troleybüs, belki 60 dakikada bir araba geçse dahi, sokağımızda GİMA gibi (o zamanların en büyük şarküteri, marketi belki de günümüzün AVM’si gibi) bir önemli alış-veriş yeri vardı.

Benim için Akalın Pastanesi, ekmek fırından sonra Gima üçüncü sırada idi, ancak amele börekçisi hepsinden önemli idi.

Cami tam evin karşısında idi. Caminin önemini, Cuma sabahları caminin avlusunda ve önünde toplanan kalabalık, sabah 05:30-06:30 kadar bekleşen ameleler ve bazı günler mevlüt sonrası dağıtılan şeker külahları idi. Caminin okunan ezan sesini hiç duymaz veya farkına varmazdık, ama cumaları sokağın kaldırımına kadar yayılan kalabalık veya bazı günler camiye çocukların doluşmasıyla buranın iyi bir yer olduğunu düşünürdüm, gizliden bu olayları takip ederdim.

Hoca’nın gelip gittiğini göremezdim. Hocanın Şadırvan’ın yanındaki evden çıktığını gözlerdim, onun işe nasıl gelip gittiğini takip ederdim. Sabah hoca camiye gelmeden de ameleleri seyrederdim.  Çünkü amelelerin bir camdan el arabasının etrafında toplandığını görünce, ben de hocayı mocayı unutur, dumanı çıkan el arabasındaki böreğe takılırdım. Önlüklü börekçiyi izledim. Gazete kağıdını teraziye koyar, tepsiden börek keser, gazetenin üzerine bırakır, eksik tartınca küçük bir parça daha ilave ederdi, gazeteyi topartıp 25 kuruşa ameleye verirdi. Ben de hemen evden pijamalarımla çıkar, yolu geçer, karşı kaldırımda amelelerin arasına karışırdım.

Burada inşaatta çalışacak düz işçiler, elinde molası, su terazisi, metresi olan duvarcı, sıvacılar, elinde çantası olan bazı ustalar bulunurdu, inşaatçılar buraya erken saatte gelir, işçileri, ameleleri seçer alır giderlerdi. Onlar gelinceye kadar da amelelerin hemen tamamı bu börekten alırdık. İlkinde börek kalmayınca eve eli boş dönmüştüm. Ancak ikinci sabah kaçamağında artık kardeşim Nazan’la yeni kahvaltımız, börek denilen çok kalın yağlı hamur idi. Babaannem Ankara’ya bize geldiğinde, onun balkondan talimatıyla 50 kuruşluk veya 75 kuruşluk üç parça alırdım. Babam ve annem uyanmadan, kaçamak kahvaltımız olan yağlı amele böreğini bitirirdik. Çok lezzetli olduğu gibi, içinde peynir de arardık. Peynire rastlayınca Nazan’la neşeli, sevinçli hareketler yapardık, Nazan kahvaltıda tokum demediği sürece gizli börek yeme en eğlenceli oyunumuzdu.

Babaannem, dedem, Akseki’de kışları çok ağır geçtiğinden Ankara’ya bizim yanımıza gelirdi. Bazen babaannem yalnız gelir, bazen ikisi bir gelirdi. Onların yolunu gözlerdim. En çok sepet içinde samanla korunmuş yumurta beni heyecanlandırırdı. Bize geleceklerinde yumurta biriktirir 40-50 yumurta getirirlerdi. Yumurtayı samanın içinden ayıklama işi benimdi. İnanılmaz güzel kokardı yumurtalar, yazların onların yanında geçen tatil günlerim aklıma gelir, yağda pişmiş yumurtaları, yufkaya sucuklar (yufkanın içine konularak yufkanın sarılması) damağımı şenlendirirdim. Bu lezzetin önüne yalnızca babaannemin kavurması geçebilirdi. Kavurmayı dondurup, Ankara’ya getirirler, yufka ekmek üzerine kıyma konulur, sobanın üzerinde hafifce ısıtılır, hem yufka kızarır, hem kavurma erir ve akar, sonra bunu hızla sararsınız, böyle bir tat olamazdı. Etin tadı ayrı gelir, eriyen yağ ayrı lezzet verir, kavurmayı koruyan tuz ağzımızı şaşırtırdı. Bunun adına “Hacı Veli” derlerdi, Akseki’de herkes, yağsız keş peyniri, yağ, bulgur pilavını yufkaya sararken (sucuklarken) o zamanların bu zengin adamı Hacı Veli bey her gün kavurma yermiş, halkın ancak arasıra yiyebildiği bu yemeğe, bundan dolayı Hacı Veli denilirmiş, sabah okula giderken kimse bununla uğraşamazdı ama babaannem ve Kerim Ağa’nın ilk torunu olmam nedeniyle, uyandığımda Hacı Veli’yi bana hazır ederlerdi. Sabahları geciksen bile okul yolunda donan dürümü (sucuklama) ayrı bir keyifle yer, 50-100 adımda bitirirdim.

Okul bir eğitim yeri değildi. Bir eğlence veya oyun yeri idi benim için. Okulda okutulan öğretileni bir kenara koyar, teneffüsleri iple çekerdim. 2nci teneffüs hariç her teneffüs misket veya zambo oynardık.

2.teneffüste en toplu çocuk benim ya, öğretmenin dolabından kare şeklinde bisküvi kutusunu kucaklar sınıfa getirirdim. Herhalde finger tipi “ARI” bisküvisi idi. Öğretmenin masasının yanına bazen sandalye bazen sehpa üzerine bu kutuyu koyar, sıraya dizilen çocuklara 2’şer bisküvi verirdim. Öğretmen de öğrencinin bardaklarına ılık süt koyardı. Ilık süt, süt tozu olduğu halde çok hoş kokardı. Çoğumuzun cebinde iç içe geçmeli, açılınca bardak olan, sonra tekrar katlanabilen süt bardakları hazırdı. Süt ve bisküvi bir rüya idi. Bir oğlan kakao tozu getirirdi. (Ona toz çikolata derlerdi) bana birkaç damla toz dökerdi ki, iyi arkadaş olduğumuz böyle anlaşılırdı.

Süt saatinden daha önemli olan, kitap okuma zamanı idi. Her öğrenci sıra ile öğretmenin belirlediği kitabın ikişer sayfasını okur, yarım saatlik büyük “tenefüs”te süt ile birlikte dikkat kesilirdik. Benim kitap hevesim Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i ile, bu şekilde başlayacaktı. İnce Memed’de kendimi hep mağdurların yanında gibi hisseder, haksızlığa isyan ederdim, hala da böyle yapmayı sürdürürüm.

Diğer teneffüsler zambo oynardık. Zambo bir küçük paket, keçi boynuzu ve az kakaodan yapılmış sahte çikolatanın adı idi. Mabel sakız, zambo çikolata, çocuklar için hayat idi. Zambonun içinden futbol takımlarının oyuncuları çıkar, bizler de onları biriktirirdik. Amaç tuttuğun takımın ilk 11’ni oluşturabilmekti. Her futbolcunun numarası vardı. 86,117, 143 vs gibi İstanbul takımlarından Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray dışında Yeşildirek, Vefa, Kasımpaşa, Karagümrük takımları o zamanlar çok güçlü idi. İzmir’den İzmirspor, Karşıyaka, Altınordu, Altay, Ankara’dan Hacettepe, PTT, Ankaragücü, Gençlerbirliği inanılmaz takımlardı. Altay ile Hacettepe; Fener’i, Galatasaray’ı ve Beşiktaş’ı deplasmanda daima yenerlerdi. Ben de Fenerbahçeli olduğumu o hafta kimseye söylemezdim.

1963-1965 yılları idi. Burada amaç takım kurmak idi ama esas “alt üst” ile “duvardan” oynama çok önemli idi. “Alt üstte” 30-40 kart karıştırılır, üç kişi oynar, biri alt diğeri üstü, üçüncü de orta derdi. Ortadaki kartın sayısı büyükse, onu seçen; alt ve üst diyen diğer iki kişiden onların destelerinden sayıları görmeden birer kart alırdı.

“Duvardan” ise; daha fazla kişi oynayabilirdi. Duvarda yerden 120-130 cm yüksekliğinde (boyumuz kadar) bir yer işaretlenir. Herkes eliyle kartını duvara dayar, sıra ile  kartını aşağıya bırakır, kart yere düşer, ikinci çocuk sıradaki çocuk kartı bırakır, o da yere düşer, kimin kartı herhangi bir kartın üzerine düşerse, yarıdan çok kısmını kapladı ise yerdeki tüm kartları alır, yarıdan az kısmının üstüne düşmüşse yalnızca o kartı alır, sıra ile oyuncular devam ederdi. Elimizi göstermezdik ki ve yerdekini kapalı düşerse açamazdık ki, kazandıktan sonra kısa molada takım oluşturacak gerekli kartları cebimize saklardık. Kart takibi, takım kurulması, bizi hep canlı tutardı. Bu oyun aptal sokak çocuğu oyunu değildi, bu oyun ancak okul bahçesinde oynanabilirdi. 

Aptal çocuklar (biraz daha fazla sokak çocuğu olanlar) zambo “duvardan”ı oynamakta (takip etmekte) zorluk çektiğinden misket oynardı. Miskette okul bahçesinden çok sokak oyunu idi. O da iki çeşit idi. “Çukur” ve “baş”. “Çukur” uzaktan çukura ilke giren oyunu başlatır. Misket işaret parmak ile baş parmak arasından fırlatılırdı. Çukura girebilen, çukura girememiş çevredeki misketleri vurarak hepsini toplar cebe koyardı.

“Baş” oyunu ise, tekli, çiftli ve üçlü oynanırdı. Oyuncular tekli’de birer tane, çiftlide ikişer tane, üçlü de üçer tane misketini yan yana dizer, misketler mika veya cam olabilirdi. İlk olan sağ veya sol tarafa baş derdi. Başın yanı “başaltı” olurdu. Başı vuran hepsini alırdı, baştan itibaren toplanmaya başlanırdı. Bu oyun sokağın oyunu idi, çünkü okulda cepte misket taşınamazdı. Ayrıca okulda oynamakta yasaktı, ama birkaç arkadaş, okul bahçesinin gizli bölgelere misketleri saklayarak, okulda bile bu oyunu oynardık.

Sokak olunca da caminin yanındaki büfe, hazine yeri gibi idi. Mika bilyeler, naylon bir torbada satılırken, cam bilyeler cam kavanozdan seçilebilirdi. Bazen “japon” adlı cam bilyeler büfeye gelir, bunu ilk duyan hemen yakın arkadaşına söylerdi. Mika 2-3 kuruş iken, cam şekline göre (sade/renkli) 5-10 kuruş arasında değişir, Japon 15 kuruş idi. Japon çok bulunmazdı. (O zamanlar kaçak geldiğini bilmezdik ) Mikaları ve camları vererek aramızda değiş tokuş yapardık. Aileler bunlara izin vermediğinden bilyalar evlere çıkarılmaz, apartmana, kömürlüğe, bahçeye, ağaçların dalları arasına gizlice (çok gizli) saklanır, orada korunurdu.

Aileden saklama, “şans talih” adlı oyunda da geçerli idi. Bu “şans talih” bugünkü “kazı kazanın” belki büyük babası idi. Gizlice troleybüsle Ulus’a Hal’e gidilir. Arka çıkış kapısının yanındaki dükkandan alınırdı. 8 delik sırada, 12 delik sütunda 96 delik olurdu. Delikler o zaman jelatin kağıt denilen alüminyum folyo ile örtülü olurdu, altlarında da muhtelif sayılar çıkardı. Kutunun üstünde de 1’den 15’e kadar hediyeler sıralanır, en iyi hediye kolonya, tarak, ayna, sırayla çikolata, gofret, sakız gelirdi. 5 kuruşa bir delik açılabilirdi. Sokakta “Şans, talih, kader, kısmet 5 kuruşa” diye bağırılır, cazip hale getirmek için “bak! ayna çıkmadı” veya “bak! kolonya hala duruyor” falan derdik. Tamamını satabilirsek 480 kuruş kazanırdık, troleybüs ile Ulus’a gitmek ve dönmek, paso bilet 2×15=30 kr, kutu fiyat  250 kuruş ile toplam 280 kuruş harcanırdı, ama 200 kr kazanılırdı. Her hafta bir kutu satardım. Bu satış sonrası hafta sonu 50 kuruş sinema bileti, çizgi roman alarak “resimli bilgi” dergisi 50 kuruş, “1001 Roman” dergisi 75 kuruş, “Doğan Kardeş” Dergisi de 1,50 kuruşa satıldığına göre kazancı siz düşünün. Ben babamdan haftada 2,5 demir TL (250 kuruş) alırdım, düşünsenize bendeki paranın bolluğunu…

Troleybüste matrak bir otobüs, otobüsün boynuzları havadaki elektrik hattı üzerinde kayıyor, önde, ortada, arkada kapılar var. Diğer otobüslerin kapı kolları varken, bunlar kendiliğinden “TIS” diye açılıyor. Orta kapıda biletçi oturuyor. Belinde kemere takılı tahta bir kutu var, kutuda iki üç renk bilet var. Anne ve babam 25 kuruşluk mavi bilet alıyor, öğrenci olan ben 15 kuruşluk sarı bilet alıyor, bir de kahverengi bilet vardı kime kesilirdi hatırlamıyorum, küçük çocuklara ücret alınmazdı. Babamlar koltuğa oturunca, biletçi gelmezse (troleybüste gezerdi) ben hemen yanına gider bilet isterdim. Biletçinin sol elinin işaret parmağının ucunda bir lastik vardı. Tahta kutudaki biletler ve bozuk paralar ayrı ayrı bölmelerde, sol işaret parmağını bilete sürter, bileti kopartır, sağ eliyle de para alır ve verirdi. Bu büyük ustalık işinin hayranıydım. 

Troleybüs bir Ulus’a gidebiliyor, bir de Dikimevi’ne, iki hatta çalışırdı. 3.Cadde’den 17nci sokağa dönerken boynuzları mutlaka çıkar, 17 nci sokaktan 7.Caddeye dönüşte de aynısı olur, Beşevler’de mutlaka olurdu, İstasyon Köprüsü’nden geçerken troleybüsün içi karanlık olur, yine boynuz çıkar, ışıklarını yakarlardı. En keyifli iş, kapı açık olduğundan hemen yola inip, boynuzları takmaya çalışan o şoförün sinirli “tellere boynuz yerleştirme” çabasını seyreder, onun “binin otobüse” diye bağırmasıyla keyifle troleybüse tekrar binerdik.

Troleybüs çoğunlukla ya Ulus için şans talih kaçamağında ya da anne-baba gezmesi için kullanılıyordu. Bir de Kızılay’daki Ankara sineması (bugünkü Sıhhiye Orduevi arkası) (kovboy filmleri için) veya Ulus sineması (bugünkü Soysal İş Merkezi) ile Büyük Sinema (bugünkü Büyük Çarşı)larında ciddi, önemli, Oskarlı filmler için Dikimevi troleybüsü kullanılırdı. Ankara Sineması koltukları tahta idi ve 25 kuruşta Ulus ve Büyük sinemaların koltukları ise deri idi, 50,75, 100 kuruş değişiyordu. İlk 3 sıra 50 kuruş, öğrenci 50 kuruş, 75-100 kuruş orta ve yanlarda fark ediyordu.

Her Pazar sabahı 10:00 matinesi için, saat 08:00’de yollara düşüp, herkesten önce sinema gişesinin önünde yer alarak bilet almaya çalışıyoruz, tabi öğrenci bileti kısa sürede bitiyor ve eve dönüyoruz. Pazar sine hakkımız yanıyordu. Artık otobüsle Pazar sabahları Kızılay’a sinemaya gitmekten kurtuluyoruz. Bahçelievler’de karakol durağında renkli sinema açıldı (bugün PTT’nin olduğu yer), yazlık zevkli sinemaya çok yakındı. Renkli filmlerin yeni furya olmaya başladığı dönemler. Pazar sabahları 10:00 matinesi ucuz, saat 9:00 da bu kez yürüyerek sinemanın önünde yüzlerce çocuk sırada oluyoruz. Troleybüs faslı bitti, 30 kuruş kârdayız. Renkli sinemanın koltukları kumaş ve lacivert renk çok havalı, burada matine 50 kuruş (matinada öğrenci yetişkin ayrımı yok, ön sıra ayrımı da yok) suare 100 kuruş, suarede öğrenci 75 kuruş pahalı bir sinema, James Bond, Fantoma, Spartakus, Benhur favori ve unutulmaz çocukluk filmlerimiz. Aylarca belki yıllarca ailece “renkli sinema”ya gittik. Bir gün, gelecek program diye bir film tanıtılıyor, “Firavunun esrarı” jenerikte, Firavun’un lahiti açılınca müze’e yangın çıkıyor, laboratuvarda tahlil yapılırken, laboratuvar yanıyor, profesörün evi yanıyor vs. vs. Biz de çocuğuz ya, “ya filmi seyrederken sinema yanarsa” falan diyoruz, hem gülüyor, hem korkuyoruz. Film Pazar günü gösterime girdi, erken gittiğimiz halde bilet bulamadık, seyir haftaya  Pazar gününe kaldı, hafta içinde bir gece caddede siren sesleri duyuyoruz, balkondayız, itfaiye Bahçeli’ye doğru gidiyor, troleybüs tek yön çalışsa da 7.cadde gidiş-geliş arabalar kaldırımlara çıkıyor, itfaiye bağırıp çağırıyor, defalarca bu olay yaşanınca babamlar büyük bir yangın olduğunu konuşmaya başladılar. 1-2 saat sonra öğrendik, yangın söndürülmüş ancak “Firavun’un Esrarı” filmiyle renkli sinema tarih olmuştu. Ertesi gün okul çıkışı soluğu karakol durağında aldık, sinema binası bitmişti.

Kala kala yazlık zevkli sinemaya kalmıştık. O beğenmediğimiz zincirle birbirine bağlanmış tahta iskemleler, yerlere serilmiş, çakıl taşları üzerinde ay çekirdeği kabuğu, gazoz kabakları ile yaz geceleri Türk filmlerine mahkum olmuştuk. Arada bir Alaska marka “frugobuz” yerdik, herkes Ankara gazozu içerdi, yeni çıkan Fruko gazozu ve Fruko portakallıyı pek içen olmazdı, biraz pahalı idi. Zevkli sinema da 25-50 kuruştu, çocuk, büyük değişmezdi, önde  ilk beş sıra sahneye yakındı ve 25 kuruştu. Sıralar arasında yürüme yeri olurdu, İkinci bölüm 6 ncı sıra diye devam ederdi, burası 50 kuruştu. Bu sinemada filmde ses o kadar yüksek olurdu ki, yoldan, sokaktan, yan evlerin balkonlarından film izlenebilirdi. En çok hoşuma giden kötü adamın öldürüldüğü anda tüm sinemada yükselen çığlık sesleri ile film boyunca sevdiklerini birbirine söyleyemeyen aşıkların öpüşme sahnesindeki ıslık ve alkış sesleriydi, hala bu tür sahnelerde kalbim çarpar, bağırmak, alkışlamak isteğini duyarım.

İnsanlar, çocukluklarındaki güzel olayları yaşamlarının ileri yıllarına da taşıyor olmalı, ben, ılık, sevecen, çamaşır suyu kokan, yemek kokusunun yayıldığı ev hayatını, evde veya restoranda gizli ve yeni keşfedilmiş yemekleri, yeni tatları, eve yeni alınan bir eşyayı, küçük çocuklarla oyuncak oynamayı, küçük çocuklara harçlık vermeyi, büyüklere gizliden sürpriz hediyeler vermeyi, mutlaka sevdiklerimle sofrayı paylaşmayı, güzel bir içki ve yemeği sevdiklerimle birlikte yemeği ve yemekte onların yüzlerini seyretmeyi bu nedenle severim.

Nadir Elibol

Eylül 2017, Ankara

Comments are closed.